13- açıklama |
M
A N T I Ğ A
H İ Z M
E T
VE
İ
L E T İ Ş İ M
E K R E M
S İ S A L A N
İ Ç İ N D E K İ L E R
Sayfa
No :
ÖNSÖZ
3
GİRİŞ
4
FERT
VE ÖZELLİKLERİ
5
Beslenmek
için gerekli ihtiyaçlar
7
Emniyette
olma ihtiyacı
7
Sosyal
ihtiyaçlar
7
Varlık
ihtiyacı
8
Alışkanlık
ihtiyaçları
8
Haz
ihtiyacı 8
Temsili haz
9
Alışkanlık hazzı
9
Dinlenme hazzı
9
Uygunluk hazzı
9
Sosyal haz
9
Emniyet hazzı
9
Varlık hazzı
9
Saldırma hazzı
9
İnsanda
şuurun konumu
10
Hayvanda
şuurun konumu
11
Varsayılan
şuurun bölümleri
12
ARAYIŞ
16
MANTIK
17
MANTIĞA
HİZMET
19
İLETİŞİM
23
İFADENİN
ORTAYA ÇIKIŞI VE ALGILANMASI
24
Seslerin kendi dili
25
İfade ve ışık
26
İfade ve şekil
26
İfade ve hareket
26
MESAJ
DİLİ
27
MESAJ
VE İNSAN
32
MESAJDA
TEMEL İFADELER
41
İLETİŞİM
VE MANTIK
44
Ö N S Ö Z
Toplumumuzda büyük ihtiyaç
haline gelmiş olan bilimselliğin yaygınlaşması amaçlanarak
hazırlanmış olan bu kitapta okuyucu ile birlikte çeşitli
araştırmalara gidilmiş olup, gündeme getirilen çeşitli
problemlere çözüm yolları aranmıştır. Ana maksat; ferdi,
araştırmacılığa yöneltmektir. Bunun yanında Mantık ve
bilimselliğin önemi de elden geldiğince belirtilmeye çalışılmıştır.
Bu yapıt hazırlanırken hemen, hemen hiç bir eserden yararlanılmamıştır.
Bu sebepten çözüm veya fikirler tamamen okuyucunun görüşlerine,
bakış açısına veya takdirine bırakılmıştır.
E K R E M S
İ S A L A N
6-Eylül-1992
İ z m i r
G İ R İ Ş
İnsanoğlu varoluşundan itibaren devamlı bir arayış
içinde olmuştur. Bu arayış her ne kadar ferdin veya toplumun
ihtiyaçlarından veya insanın kendini daha muktedir bir varlık
haline getirme arzusundan kaynaklanıyor ise de, genellikle
neyin arandığı hakkında fikir sahibi olmaktan uzak kalınır.
Toplum veya fert etki sahaları çok çeşitli olan canlı birer
enerjidir.Bu enerjinin ne zaman, hangi alana, ne miktarda yönleneceğini,
neleri etkileyebileceğini önceden tahmin edebilmek sosyal
bilimcilerin işidir. Aslında, hedef belli ve yol biliniyor ise
ferdin kendisi ne zaman, nereye varabileceğini kolayca tahmin
eder. Toplum da böyledir; yeterince bilinçli ise; hedefini seçmiş,
gidilecek yolu tespit etmiş, atacağı adımları hesaplamış,
bu adımlar için gereken gücü yeterli bulabilmiş ise sonuç
tahmininde güçlük çekilmez. Ama, toplum veya fertlerin en
güçsüz kaldığı şey; enerjisini bir şeye kullanmak
arzusunda olduğu halde neye hizmet edilmesi gerektiği üzerinde
ciddi biçimde muhakeme yapamaması ve kesin karar sahibi
olamamasıdır. Geçmişte çok görülmüştür; bir toplumun
bir zamanlar benimsediği bir şey diğer bir zaman tamamen bırakılmış
veya bunun tam zıddı seçilmiştir. Bir gün günah, kötü
olan şey diğer bir gün en iyi, en doğru şey olarak
benimsenmiştir. Şimdi bir düşünelim; toplum veya fert
rasgele hedefler mi seçmekte, aradığını rasgele yollarda mı
aramaktadır. Yani rasgele mi yaşamaktadır. Değilse; - aranan
şey nedir, ne maksatla arandığı kesin olarak saptanıyor mu
? - gibi sorular ister istemez akla gelmektedir. Böyle bir arayışın
etkisi ile çeşitli dinler, mezhepler, ideolojiler, değişik
örf ve adetler ortaya çıkmıştır. Şu anda bunların yer yüzünde
sayılamayacak kadar çeşitleri mevcuttur. Hepsinin de diğerlerinden
farklılıkları vardır. Ama, hepsinde de aranan şeyin kendi
kalıpları içerisinde mevcut olduğu kabul ve iddia edilir.
Bununla da aranan şeyin sonuna
gelinmiştir tezi savunulur. Her din kendi içinde insanın
davranışlarında, inançlarında, sosyal ilişkilerinde
belirli prensipler, şekiller, tarzlar, tabular ve hükümler
saptamış ve bunlarla birlikte arayış tam anlamıyla
noktalanma durumuna getirilmiştir, aranan şey de artık
bulunmuş olarak kabul edilir. İlkel insan ise bu arayışın
etkisi ile kendisinin görünmez kuvvetlerle kuşatılmış olduğuna
inanmıştır, kendini fetişlerin gücüne olan inancı ile yönlendirir;
muskalar, tılsımlar, uğurlar, uğursuzluklar onun yaşamında
büyük bir yer tutar. Çin, Hint ve semavi dinlerinin de ayni
arayışın sonuçlanmalarından kaynaklandığını görmek mümkündür.
Kuzey Hindistan’daki hükümdarlıklardan birinin tek
prensi olan Budda yirmi dokuz yaşında iken sarayını ve
ailesini bırakarak Hint fakirlerinin arasına karışır, böylece
de uzun sürecek
bir arayışın içerisine girer. Bulabilirim ümidi ile altı yıl
bir deri, bir kemik kalıncaya kadar dolaşır. Bir ara ıssız
bir yerde bir ağaç altında hiç yemeden, içmeden bir hafta
kadar orada aradığını bulmaya çalışır. Sonunda birden
bire fırlayarak ‘buldum, buldum’ diye bağırır ve o günden
sonra seksen yaşında ölünceye kadar bulduğu şey hakkında
vaazlar verir. Bulduğu şey şuydu; iyilik iyilikten, kötülük
kötülükten doğar. Bunun daha açık anlamı şudur; iyi
yoldan elde edilen güç, imkan ve yetki iyi yolda harcanır. Kötü
yoldan elde edilenler ise kötü yolda harcanır, kötülüğün
güçlenmesine neden olur.
Bir nehri bir taraftan diğer tarafa kolayca geçebilmek
için bir köprüye ihtiyaç vardır. Yüksek bir yere çıkabilmek
veya tırmanabilmek için merdivene ihtiyaç vardır. Bir şeyi
açıklayabilmek için, bir problemi çözebilmek için ise
tutunacak bir dal gerekir, bir dayanağa ihtiyaç vardır.
Dayanak ne kadar sağlam olursa icraat da o kadar güvenli yapılır.
Bu prensipten hareketle yola çıkıp ne arandığını
saptamaya bu temel anlayışla başlangıç yapmak zorundayız.
Dayanak noktası olarak bir ideolojiyi seçtiğimiz zaman o
ideolojinin doğrultusunda bir cevap bulacağımız açıktır.
İnanca dayalı bir dini, mezhebi veya bir başka ideolojiyi seçecek
olursak bir başka çeşit sonuca gelmek kaçınılmazdır. Bu
bakımdan hiç olmazsa başlangıçta kapıyı
bilimsellik tarafından açmamız gerekecektir. Bunun için
de öncelikle ilk dayanak olarak hemen elimizin altında olan
benliğimize müracaat etmemiz gerekecektir. Zira, dış dünya
ile bedenimiz vasıtası ile bağlantı kurabiliyoruz. Sayıları
toplayıp çıkarabilen, çarpıp bölebilen, büyüklük- küçüklük
olarak mukayese yapabilen, alışkanlıklar üretip ondan
faydalanabilen, arzuları olan,
kısaca; elimizin hemen altında duran inceleme yeteneğine
sahip bir benliğimiz var. Hepsinden
önemlisi; üzerine rahatlıkla basabileceğimiz, sırtımızı
dayayabileceğimiz sağlamlığı en güvenilir
olan elimizdeki tek dayanağımız beş duyularımız
var. Dış dünyaya, dış aleme sadece bu beş duyular kanalı
ile açılabilmekteyiz, dış dünyayı sadece bunlar vasıtası
ile tanıyabilmekteyiz, tanışmaklığımızı da sadece
onlarla sürdürebilmekteyiz. Bedenimiz başlı başına mükemmel
bir şekilde çalışan bir makine. Cevap bulmada onun gösterdiği
verileri çok dikkatle incelemek gerekecektir. Göz; ışığın
titreşim frekanslarını tespit ve ayırma işlemini yapan
harika bir aygıt. İşitme, tat alma, koku alma ve dokunma
duyularımız da ayni şekilde bizim için ilk dayanak
noktamız olacaktır. Daha açıkçası neyi ararsak
arayalım, nasıl düşünürsek düşünelim ilk çıkış
noktası olarak yalnızca bunlardan yararlanmak, bilimsel olmak,
her şeyi bilimsel yoldan çözmek zorundayız. Bunun da ilk şartı
muhakkak ki kendimizi incelemekten geçecektir. Zaaflarımız,
yanılgılarımız, kabiliyetlerimiz, açıkçası; tüm benliğimiz
derinlemesine incelenmeli ve bunlar göz önüne alınarak gerçek
araştırmaya dalınmalıdır. Bu bakımdan, bu kitabın takip
eden önemli bir bölümü bu işe ayrılmıştır. Zira,
elimizde mevcut bulunan bu tek bilgisayarın tüm özelliklerini,
çalışma şeklini ortaya çıkarmak, ona tam hakim olmak ve
onu çok iyi kullanmak zorundayız. Aksi taktirde boşu boşuna
hep yanlışların peşinde koşar dururuz.
F E R T V
E Ö Z E L L
İ K L E R İ
İnsan canlı bir varlıktır. Canlı olduğumuzu
biliyoruz ama, - gerçek anlamda var mıyız - diye düşünmüyor
da değiliz. Acaba hissettiklerimiz; görüp, duyup, tattığımız
şeyler gerçekmidir, yoksa birer hayal veya düşten mi
ibarettir; demekten de kendimizi alamıyoruz. Ünlü yazar
Shakespear - madem ki düşünüyorum , o halde varım -
demiş. Her halde o da aramaya ilk oradan
başlamış. Her şeyi tümüyle bilmeye muktedir olmayan
insanın önüne bu soru zaman, zaman ister
istemez dikilecektir. Buna karşılık varlığını
ispatlamaktan büyük haz aldığını da belli ediyor her
zaman. Belki de doğum ve ölüm olmasaydı var olduğumuza
tam olarak inanmış olurduk. Ne var
ki bu şartlarda insan tahditli bir bilince sahip
olabilecek ve bunun sonucunda varlığa inançta
zaman, zaman zaafiyet meydana gelebilecektir. Buna karşılık
aksini ispatlamaya da çalışacaktır. Belki de arayışın ilk
tetikleyicisi de budur. Ama her şeye rağmen, biz ferdi
incelemeye başlamadan
önce var bildigimiz şeyleri var, yokları ise yok veya görmüyoruz,
bilmiyoruz tarzında
farz veya kabul göstermek zorundayız.
Her canlıda olduğu gibi insanın da bir fiziksel yapısı
vardır. Bu yapı ve yapıdaki duyu
organları insanın korunması, kolayca hareket
edebilmesi, yön tayin edebilmesi, diğer kişilerle
ilişki kurabilmesi ve rahatlıkla beslenebilmesi için
oluşmuş birer aygıt görünümündedirler. Doğuştan kör
olan bir insan büyüklük, küçüklük, uzaklık, yakınlık
ve şekiller üzerine sathi bir
fikre sahip olacaktır. Renk, parlaklık, matlık, sönüklük
hakkında hiçbir fikri olmayacaktır. Diğer
duyular da böyledir; bozuk oldukları ölçüde nesne ve
olgulara karşı hakimiyetleri azalacaktır. Doğuştan sağır
bir insana da ses hakkında bir şey anlatamaz, bir tanımlama
yapamazsınız. Fiziksel yapı kendi çalışmasını idame
ettirecek olan ihtiyaçların karşılanması için insana
otomatik olarak baskı yapar ve bunun sonucu olarak onda
bir çok arzuların otomatik olarak oluşmasına neden olur. Gıdasız
kalan vücudun baskısına paralel olarak yeme arzusu kendiliğinden
oluşur. Bir yeri yanan insanda da anında sıcak ateşin
tesirinden kurtulma arzusu
meydana gelmektedir.
İçinde sürücüsü olan bir otomobilde de buna benzer
şeyleri görebiliriz. Otomobilin yakıtı biteceği zaman yakıt
ikmali yapılacak yer aranır. Herhangi bir hasar olmasından çekinildiği
için yolun dışına
çıkılmaz. Dikkat edilirse otomobil belirli bir maksat için
yapılmış olup çalışması
ona göre düzenlenmiş bir araç durumundadır. Yapılış
gayesi vardır. İçindeki sürücünün o anki arzusuna uygun
olarak önceden tasarlanmış, denenmiş ve sürücüye sunulmuştur.İnsan
bedeni ve duyu organları da buna benziyor. Şuurun rahatça iş
yapabilmesi, kendi varlığını rahatlıkla
sürdürebilmesi için gerekli olan önemli bir araçtır.
Yalnız; otomobilini kullanan bir sürücü herhangi bir arıza
ile karşılaştığı zaman işin önemi ölçüsünde
sadece üzülür ve arızayı gidermeye çalışır. Ama, insanın
ayağı kırıldığı zaman sadece üzülmekle kalmayacak, ayni
zamanda karşılaşacağı
büyük ızdırap da vardır.
Burada görüleceği üzere varlığını hiç bir zaman
ispatlayamadığımız bir şuur’dan bahsetmekteyiz. Sanki
otomobilde olduğu gibi bir güdücüden bahsetmek zorunda
kalabiliyoruz. Aksi
halde canlıyı şekillendirmekte zorlanırız. Var olduğunu
kabul ettiğimiz bu güdücü
bedenden aldığı uyarıların emrine mi giriyor, yoksa
onu kendi emellerine mi alet etmektedir? Yani, hangisi diğerine
hükmetmektedir? Aslında veya belki de her ikisinin de
biribirlerine ihtiyaçları vardır. Zira, canlılığı böylece
oluşturabilmektedirler. Belki de, ihtiyaçların şiddeti, elde
edilebilme kolaylığı veya zorluğu, içinde bulunulan ortam
ve gelişme şartları hangisinin diğerine hükmedeceğini saptıyor.
Canlı için ihtiyaçların tatmini veya karşılanması
çok önemlidir. Aksi halde hayatiyet tehlikeye girer. Beslenme
ihtiyacı, atmosfer ihtiyacı, giyinme ihtiyacı, uyku ihtiyacı,
dinlenme ihtiyacı,
barınma ihtiyacı, spor ihtiyacı, yer çekimi ihtiyacı gibi
sayabildiğimiz türlü çeşitli
fiziksel ihtiyaçlar canlının hayatta kalabilmesi bakımından
önemlidir. Bu arada, insanın yalnızca sıralanan bu ihtiyaçlarının
peşinde olmadığını, başka bir şeylerin peşinde koşup
durduğunu da biliriz. Örneğin; karşı cinse ilgi duyar, eğlenmeyi,
oyun oynamayı çok sever. Zaman, zaman
sarhoş olmayı, kafa bulmayı ister, sigara içer, uyuşturucuya
bulaşır. Aslında bedenin bunlara
ihtiyacı yoktur. Ancak, bunlar kullanıldıkça,
sonradan alışkanlık haline geldikçe ihtiyaç haline dönüşebilmektedirler.
İşte bu durum ise insanı çok düşündürüyor. Sanki,
otomobilde sürücünün arkasında istekleri hiç bitmeyen, çenesi
hiç durmayan ve kabına sığmayan huysuz bir ruh oturuyor da,
sıkıldıkça sürücüsünün huzurunu bozmaya hazır bir şeyler
gönderiyor. Maalesef bunu
da anlamakta zorlanıyoruz. Ama, anlıyoruz ki canlının, özellikle
insanın bir yerlerinden süzülüp
gelen ve etkili baskı yaparak, farklı bir şeyler isteyip
duran, açık, açık görünmeyen, çok gizemli kalmış bir bölgesi
daha var sanki. Sanki öyle bir şey olmuş ki, var olan iki ayrı
şey; madde ile bir başka şey birleşmiş de canlı meydana
gelmiş. Oksijen ile hidrojen birleşmiş de su meydana gelmiş
gibi. Bu gizemli yapının da şuurdan istekleri olacaktır. İstekler
makul ve insanın fiziki
yapısına aykırı değil ise sorun çıkmaz. Ancak, istekler
bunlara aykırı olur ise şuurda biri
birine zıt arzuların
oluşmasına
neden olur. Çaresiz, şuur böylece zor durumda kalır. Bu şartlarda
araba ile mi ilgilensin, arkadakini mi yatıştırsın. Tabii,
bu her insanın kendi sorunu. Ama yine de, biz bu şeye merceği
biraz daha yakınlaştırıp onu daha fazla tanımak zorundayız.
Zayıf insanlar huysuz
çocuklarla kolay başa çıkamazlar. Tabii, kendilerine karşı
da zayıf kalabilirler. Zira, insana baskı yapabilen kişinin
bu arka cephesi de çok güçlü olabilir. Şuurun ondan bağımsız
kalması kolay olmayabilir. İstedikçe isteyen, vardan yoktan
anlamayan, uyup uymayacağını hiç
hesap etmeyen, Mantıkla hiçbir bağı olmayan özelliklere
sahip bu arka cephenin bir başka özelliği daha vardır. Onun
için tüm dengesizlikler bir huzursuzluk bahanesidir. Ayrıca,
kişide güçsüzlük, noksanlık, yetmezlik sergileyen fiziksel
herhangi bir yapı da onu huzursuz yapar. Dolaysı ile, insanın
önüne çıkan veya çıkabilecek tüm problemlere karşı
hassasiyetleri vardır.
Problem ortadan kalktığında ancak tatmin edilmiş olur.
Tabii, tatmin olurken işin keyfi de yaşanır, sonuçtan haz alınmış
olunur. Dengesizlikler, güçsüzlükler, noksanlıklar,
yetmezlikler veya problemlerin varlıkları devam ettiği ölçüde
huzursuzluk da devam eder ve arzularda birikim
de meydana gelir. Sonuçta arka koltukta oturan o huysuz
kişilik kolay tatmin edilemez hale gelir. Tatmin olmak için
veya birikmiş olan haz ihtiyacının karşılanması için çeşitli
yollar aranır. Haz almak, keyif yapmak hiç önemsenmese de
ister istemez önemli bir ihtiyaç olarak karşımıza
dikiliverir. Buna göre ihtiyaçları şöylece sıralamak
gerekir: Beslenmek için gerekli ihtiyaçlar,
kendini emniyette hissetmek için gerekli ihtiyaçlar,
varlık ihtiyacı, alışkanlık ihtiyacı ve haz
ihtiyacı. Bu ihtiyaçlardan her biri tek başına bir
arzuyu doğurabildiği gibi bir kaçı bir arada
sadece tek bir arzuyu da doğurabilirler. Örnek; yüksek
mevki sahibi olmak isteyen bir kişinin bu
arzusu birkaç sebebe dayanabilir; kolay beslenmek, beğenilmek,
diğer fertlerle kolay münasebet
kurabilmek, alışkanlıklarını rahatça sürdürebilmek,
yaşamını daha fazla güvence altına almak, daha üstün bir
varlık olduğunu hissetmek, tüm bunların vereceği rahatlığın
hazzını duymak, toplumun
kendi isteği doğrultusunda gidişatından emin olmak gibi bir
çok sebebe dayanık olabilir. Buna rağmen biz yine de ihtiyaçları ayrı, ayrı
ele alacağız. İhtiyaçların ortaya çıkaracağı arzuların
sebepleri incelenirken çok yönlü bir sebep araştırılması
yapılacaktır.
Beslenmek için gerekli ihtiyaçlar:
Bedenin varlığını ve düzenini sürdürebilmesi için
gerekli olan ihtiyaçlardır. Vücudun
ortaya çıkardığı uyarılarla ihtiyaçlar kendini
belli eder. Elde edilemediği sürece gittikçe şiddeti
artan bir
potansiyel ile bir arzunun doğmasına neden olur. Öyle ki;
ileri safhalarda diğer arzuların
bir kenara itilmesine bile neden olabilir. Çok aç kalmış
olan bir insan diğer bütün ihtiyaçları bir tarafa bırakabilir.
Emniyette olma ihtiyacı:
Yaşamda insanın kendisi, enerjisi, sahip olduğu diğer
şeyler varlıkla yokluk arasındadır. Bu iki zıt kutup arasında,
varılığın sürdürülmesı veya yokluktan uzak kalma
hedefini taşıyan arzuların
kendiliğinden oluşacağı tabiidir. Koruyucu bir ev, bir teçhizat,
devamlı sahip olunacak bir iş, huzur duyulabilecek bir toplum
düzeni gibi ihtiyaçlara fert olarak fazla uzak değiliz.
Sosyal ihtiyaçlar:
Diğer insanlarla münasebeti kolaylaştırıcı veya vasıta
olucu akla gelebilen her türlü ihtiyaçlardır. Başkalarına
benzemek veya toplumun sürüklendiği yöne gitmek için
gereken ihtiyaçlar
da bu sınıfa girer. Herkesin konuştuğu dili öğrenmeye,
herkesin bildiği bilgiyi, görgü
ve gelenekleri öğrenmeye, toplumun istediği biçimde
giyinmeye, sosyal güvenceye, arkadaşa
ferdin ihtiyacı vardır.
Varlık ihtiyacı:
Güçsüzlük uyarılarından uzak kalmak için gereken
ihtiyaçlardır. Zayıflığı unutturucu şeyler zaman içerisinde
ihtiyaç haline gelebilir. Çok fazla gereksinim duyulması
halinde kişiye zarar
bile verebilir. Kişi yenilmekten ölecekmiş gibi korkmaya başlar.
Dolaysı ile, yenilmeyeceğine
emin olmadığı bütün mücadele ve oyunlardan kaçar. Örnek;
layık olmadığınız bir
kuruluşta müdür konumundasınız. Yaptığınız iş
beceriksizliklerle dolu. Sizin yüzünüzden
bütün işler aksıyor. Suçu başkalarına atmaya çalışıyorsunuz.
Çalışan diğer kişileri suçluyor,
şikayet ediyor, onlardan yakınıyorsunuz. Bu durumda
sizin yanınızda yer alan veya almış gibi
gözüken, dalkavukluk yapıp sizi övmek isteyenlere dört
elle sarılırsınız. Çünkü onlara ihtiyacınız
var. İhtiyacın fazlalığı ve elde edilememesi şuurun
dengesiz çalışmasına neden olur.
Alışkanlık ihtiyaçları:
Alkollü içkiler, sigara, uyuşturucu maddeler ve inanç
gibi şeylere alışmış olanlarda
gereksinim duyulur. Bunlar bulunmadıkları zaman şuurda
çok büyük arzuların oluşmasına neden olur. Belki de hiçbir ihtiyaç insanı kendine bu derece
esir edememektedir.
Haz ihtiyacı:
Arzuların tatmin edilmesi ile meydana gelen rahatlama
insanda keyif, haz duygularının
ortaya çıkmasına neden olur. Tatmin edilemeyen,
edilmesi imkansız olan veya elde edilmesi
uzun vadeye bağlı olan gereksinimler arzuların şiddetini
arttırır. Biriken bu ihtiyaçlarla yalnızca
haz almak başlı başına bir gereksinim veya ulaşılması
çok elzem olan bir hedef haline dönüşebilir. Seks arzusu, eğlenme
arzusu, öğrenme arzusu gibi arzular yalnızca haz alma
hedefine yönelik şekilde böylece ortaya çıkabilirler.
İnsanın dikkati tek yönlüdür. Her şeyi ayni anda
yalnızca dikkati ile idare etmeye
muktedir olamayan insan farkına vardığı bu özelliği
ile zayıf kaldığının bilincine de varır. Aslında, insan
kendisinin kurulacak bir makine veya alışkanlıklara bağımlı
bir yaratılmışlık inancından
uzak kalma eğilimindedir. Buna rağmen çocuklar huysuzluk
ettiklerinde ebeveynler onları nasıl yatıştırırlarsa insan da, bu gerçek karşısında
aldığı hazlarla yatışır ve kurulmaya razı gelir. Alışkanlıklar
işte böyle haz ihtiyaçları tatmin edilerek kazanılır. Alışkanlıklar
ilk kazanılırken
başlangıçta aşırı bir dikkat sarfı gerekir. Çünkü
dikkatin genelde kurulu bir düzeni vardır. İlave bir
istasyona uğramak istemez. Ya zorlanarak uğratılır veya
cezbedilerek uğraması sağlanır.
Tabii, alışırkenki bu başlangıç eylemi mevcut arzu, inanç
ve diğer alışkanlıklara ters
düşüyorsa dikkatin sarfı çok daha fazla olacaktır.
Sonuçta, diyebiliriz ki; midenin yemeklerle
doyurulması gibi, dikkati de haz doyuruyor. Bu bakımdan,
haz ile beslenmek de insan için
küçümsenmemesi gereken önemli bir ihtiyaçtır.
Haz almayı ihtiyaç haline getiren, birikim yapan bir diğer
sebep de insanın geçmişidir.
Doğum öncesi; ana rahminde geçirdiği zamanları, şeceresini
oluşturan insanların geçirmiş
olduğu safahatları vardır. Doğum sonrası; çocukluk,
gençlik, ihtiyarlık safahatları vardır. Ayrıca,
kendine has bir yaşam ortamı, çevresi vardır. Böylece
geçmişinden kaynaklanan özellikleri ve arzuları olacaktır.
Bunlara şuurda mevcut fakat açıkça bilinmeyen arzular demek
gerekir. Çünkü bunların
oluşturacağı tatmin edilmemiş arzu birikimleri aslında
tamamen yok olmazlar. Şuurun bir yerlerinde saklı kalırlar. Bir şekilde bunlar da haz
arama yönünde artış meydana getirirler. Kişide olmadık
arzular, olmadık zevkler, olmadık hayaller üretebilirler.
İnsanın zayıf kaldığı yanları çoktur. Tahditli
bir hakimiyet kurabilme gücüne sahiptir. Dolaysı ile korkuları
ve endişeleri de vardır. Bir de bunun yanında; her şeye
hakim yaratıcı bir varlığın
mevcudiyetine de inanmış veya inandırılmış ise zayıflık
hissi daha da kuvvet kazanır. Zayıflığı hiç sevmeyen şuurun
alt bölümleri bu duruma isyan içindedir. Aslında insan görünüşte
büyüklere saygı gösterir, yaratana ibadet eder ise de
isyan ayni yerde var olmaya devam eder. Temel arzulara ters bir
yaşam içerisinde olan bu insan yok olmanın cazibesine de kapılabilir.
Ancak, yok olmak pek o kadar kolay değildir. Bunun yerine
sigara içer, içki içer, acı yer, uyuşturucuya bulaşır,
hatta geldiği yere geri girmek bile isteyebilir. Yalnız, bunu
yaparken gerçeğini
değil de genelde bunların bir benzerini veya taklidini yapar.
Hayali olarak tatmin edilen bu yok olma arzusunun getirdiği haz
zaman içerisinde tek kaynak olarak görünmeye başlar ve burada duyulacak olan haz tek başına bir hedef haline
gelebilir. Sadist bir insan, içinde
bulunduğu eylemle temelde neye hizmet etmekte olduğunu
hiç düşünmez.
Haz olgusunu daha iyi anlamak için onu sınıflara ayırmak
gerekir. Şöylece sınıflayabiliriz:
Temsili haz, alışkanlık hazzı, dinlenme hazzı, uygunluk ve
ahenk hazzı, sosyal
haz, emniyet hazzı, varlık hazzı ve saldırma hazzı.
Temsili haz: Elde edilmesi veya yaşanması zayıf
ihtimallere, uzak bir geleceğe veya hiç
olmayacak bir şeye dayanan her türlü yaşantı ve
olgunun temsil edilmesinden duyulan bir hazdır. Çocuklarda gördüğümüz
oyunlardan duyulan hazlar buna güzel bir misaldir.
Alışkanlık hazzı: Alışkanlıkların doğurduğu
arzuların tatmin edilmesi ile duyulan bir
hazdır. İnsan alışkanlıklarına paralel yaşamak, görmek,
duymak, hissetmek eğilimindedir. Şayet
bir haz kaynağı olan bu alışkanlıklardan uzak kalınırsa
insan kendine başka kaynaklar arar. Ama, bunda pek fazla başarı
sağlanamaz. Zira alışkanlıklara ters düşmek büyük bir
tepki yaratır. Kendini
aşırı beğenmiş bir insanın sahip olduğu bu inançtan
vazgeçmesi çok zordur.
Dinlenme hazzı: Yorgun bir insanın veya sürekli
olarak ayni şeyle meşgul olan bir şuurun
ihtiyaç duyduğu bir haz şeklidir. Bir piyesin
seyredilmesinde, bir gezide, bir istirahat durumunda bu hazzın
alınması mümkündür.
Uygunluk hazzı: Şuurun uygunluk tespit edebildiği
her şeyden aldığı bir haz biçimidir. İnsanın kendi özelliklerine,
alışkanlıklarına, arzularına, geçmişine bağlı olarak
sevdiği, güzel bulduğu veya nefret ettiği, çirkin bulduğu
şeyler vardır. Bunlara uyan olgular da ayni hazzı verir.
Maksada uygun şekilde teşkilatlandırılmış, istenen süratte
iş yapabilen bir kuruluşun
çalışmasından haz alınır. Bütün parçaları uygun
bir şekilde yerleştirilmiş bir motorun güzel çalışmasından haz alınır. İnançlarımıza, alışkanlıklarımıza
uyan bir yazıyı okurken haz alırız. Anlamları ve şekilleri
bakımından kelimeleri ustaca dizilmiş bir şiiri okurken veya
dinlerken haz alırız.Güzel bir müzik, güzel bir resim veya güzel
bir kadın da uygunluk hazzı kaynağı
olabilir.
Sosyal haz: Başkaları tarafından beğenilmek,
modaya uymak, beraberce iş yapmak,
ortaklaşa oyun oynamak, ayni inançta olmak, başkaları
ile eşit olmak, başkaları için çalışmak,
başkalarına mağlup olmak birer haz kaynağı
olabilmektedir. Bazı insanlar vardır; hiç
tanımadıkları birine sebepsiz yere tavassut eder veya
sınavdakilere kopya verir. Başkalarını evlendirmek,
arabuluculuk yapmak bazıları için büyük bir haz kaynağıdır.
Mağlup olan insan da acındırmış
olmaktan haz duyabilir.
Emniyet hazzı: İnsanın kendini her türlü
tehditlerden, imkansızlıklardan, çaresizliklerden
uzak tuttuğu zaman duyduğu bir haz türüdür. Zeki,
kabiliyetli, kuvvetli ve bilgili olmak, zengin olmaktan dolayı
böyle bir haz duyulur.
Varlık hazzı: Her şeye hakim olmak arzusunun
tatmininden duyulan bir hazdır. Başkalarını kendi
fikirlerine, kuvvetine, büyüklüğüne inandırmış, zorla
kabul ettirmiş insanlar bu tür bir hazzı duyarlar.
Saldırma hazzı: Gücünü ispat etmek, zarar
vericileri bertaraf etmek veya sadist arzulara hizmet etmek
maksadı ile başkalarına zarar vermekten veya yok etmekten
duyulabilen bir haz şeklidir.
Haz almaya duyulan ihtiyaç her insanda ayni ölçüde
olmaz. Niteliği veya gereksinim
fazlalığı insandan insana değişir. Ama her şeye rağmen
bu ihtiyaçta gereksinim genelde yetersiz
karşılanır veya yetersiz tatmin edilir. Bu bakımdan
belki değişik, yeni bir haz kaynağı bulunabilir
ümidi ile insanın devamlı bir arayış içinde olacağı
meydandadır. En ideal keyif zarar vermeyen keyiftir aslında ama, ihtiyacın çok aşırı olması insanı
hiç umulmadık yönlere saptırabilir. Bunlar için günahlar,
yasaklar, kural dışı yollar son derece cazip ve çok güçlü
birer haz kaynağı haline gelebilirler. Özellikle temel
arzulara veya doğanın temel yapısına, yabanıl yaşama bağnazca
karşı çıkarak
geliştirilen kurallar veya töreler ve bu yönde geliştirilmiş
alışkanlıklar insanın bu sapkınlığını daha da körükler.
Bu yüzden aşırı mutaassıp
insanlar cinsel konulara hassastırlar. Çok kadınla ilişki
kurmak, homoseksüel denemelere teşebbüs etmek, aile içi
duyulan sapık arzular
gibi bir çok şey ihtiyaç fazlalığının birer
belirtisidirler. Yalnızca yukarıda sıralanmış hazlarla
beslenebilen canlının arka, ruhsal penceresinden kişinin geçmişi
ile de bağlantılı olması
muhtemeldir. Dolaysı ile, insanın geçmişinin gelmiş
ve geleceği etkileyebileceğini de sanmak
gerekir.
Canlının yönlenmesinde en önemli güdücü genel çerçevede
şuursal faaliyetleri elinde tutan onun şuurudur. Canlının
arka penceresi ile fiziksel yapısı arasına yerleşik olan bu
güdücü sadece
uygunluk hazzı ile beslenir, her ikisinin ihtiyaçlarına uygun
gelecek şekilde arzu ve hedef
üretir, uygunluk bulduğu yerlerde de canlıyı yönlendirir.
Dolaysı ile şuuru şöylece tanımlayabiliriz; sadece uygunluk
hazzı ile beslenebilen, ruhsal ve fiziksel yapının
kullanılmasında ihtiyaçlara uygun arzu ve hedef üretebilen,
uygunluk bulduğu yerlerde
yönlendirebilme özelliğine sahip, canlının ruhsal ve
fiziksel yapısından soyutlanmış kısmına denir. Yalnız
burada şuurun yerleşik bulunduğu seviyesi de ayrı bir önem
arz eder. Hayvanlarda şuurun yeri her ikisinin altında, aşağı
seviyelerde bulunur. Haliyle böyle bir durumda, her iki
taraftan gelen istek ve uyarıların gereği anında değerlendirilir
ve canlı anında o yöne yönlenir. İnsanlarda ise şuurun
yeri her ikisi ile de ayni seviyede bulunur. Hafif oynamalarla
bazen daha üste çıkar,
iradeyi tamamen eline almış olur ve tam insan olur, bazen de aşağı
inerek hayvansal özellikler sergiler.
İnsanda
şuur’ un konumu
İnsanın
İnsanın
fiziki
ŞUUR
ruhsal
yapısı
yapısı
----------------------------------------------------------------------
Hayvanda şuur’
un konumu
Hayvanın
Hayvanın
Fiziki
ruhsal
yapısı
yapısı
ŞUUR
----------------------------------------------------------------------
Şuuru tek başına ele aldığımızda, çalışma düzeninde
onun beş bölümlük bir düzene
girdiğini görebilmekteyiz. En üstte dikkat bölümünü
sezinliyoruz. Onun da altında sırası ile alışkanlıklar bölümü,
arzular bölümü, beş duyular bölümü ve dip kısım karşımıza
çıkmaktadır. Dikkat bölümünün bu alt bölümlerle direkt
bağlantıları vardır. Şuur önce kendi dışından gelen
uyarılarla harekete geçer. Uyarı şuura iki yoldan girebilir.
Biri beş duyular kapısından, diğeri de dip kısımdan.
Bedenin beş duyular bölümünden gelen uyarılar, bu bölümde
toplandıktan sonra arzu
ve alışkanlık bölümlerinden geçip süzüldükten sonra
dikkat bölümüne ulaşırlar. Ruhsal
yapıdan gelen uyarılar ise dip kısımda toplanır.
Bunlar da beş duyular, arzu ve alışkanlık bölümlerinden süzüldükten
sonra dikkat bölümüne ulaşırlar. Her iki taraftan gelen bu
süzülmüş uyarıların dikkat bölümünde uygunlukları ölçülür.
Böyle, uygunlukları ölçülmüş bu uyarılar vaad
ettiği haz ölçüsünde şiddet bularak şuurun diğer
bölümlerine karışmış olarak aksettirilir.
Alışkanlık bölümüne gelmiş olan karışmış uyarılar
alışkanlık haline dönüşmeye başlar. Arzu bölümüne yansımış
olanlar yeni bir arzu şekline dönüşür veya uyum kurduğu diğer
arzuların gücünü arttırır. Beş duyular bölümüne yansımış
karışım ise gerekli işlem için vücudun beş duyu
organlarına gönderilir
Varsayılan Şuurun Bölümleri
DİKKAT
ALIŞKANLIKLAR
ARZULAR
Beden bağlantısı
-------- BEŞ DUYULAR
DİP KISIM
-------- Ruhsal bağlantı
Dip kısım; şuurun dikkat bölümüne en uzak köşesi
olup geçmişteki tüm gelişmelerin,
olayların, yaşamların, tatmininden ümit kesilmiş
arzuların toplandığı bir yerdir. Gücünü iyice kaybetmiş,
aşağıya düşmüş alışkanlıklar buraya atılır.
Tatmininden ümit kesilmiş arzular buraya
atılır. Beş duyu organlarından giren uyarıların
yukarıya çıkarken süzülmüş kısımları da buraya
atılır. Dip kısma gelen karışım genelde nedeni
belli olmayan sevinç veya ızdırabın, sıkıntının
oluşmasına neden olur. Bu bölümün etkisi ile insan
balık gibi, kuş gibi dalmayı hayal eder. Çocukken sanki
maymunmuş gibi usanmadan salıncakta sallanır, taklit yapar.
Kocaman bir kadın
düşünür; doğum öncesi hayatı yaşarmış gibi onun mahrem
yerine girer. Sanki savaş alanındaymış gibi kovalamaca
oynar. Bazıları sevişirken sanki bir hayvanmış gibi ısırır
veya ısırılmak
ister.
Şuurun insan için en tehlikeli, fakat o nispette de
insanlığın gelişmesinde rolü olan
bölümü beş duyular bölümüdür. Buraya beş
duyu organlarından gelen uyarılar yukarı, dikkat
bölümüne çıkarken az gelişmiş toplumların insanında
fazla süzülmeden yol alır. Çünkü onlarda alışkanlık ve arzu bölümleri yeterince gelişmemiştir.
Ayrıca, süzülme nispeti uyarıların şiddeti ve
ortaya çıkan tehlike oranında da azalır. Üzerinde
silah bulunduran her insan bununla neler
yapabileceğini bilir. Az gelişmiş insan bunu ardını
düşünmeden kullanabilir. Rüşvet yemenin kötü sonuçları
kendisine gösterilmemiş, kötülükleri telkin edilmemiş veya
inandırılmamış; daha doğrusu
arzu ve alışkanlıkları bu yönde gelişmemiş bir kimse gördüğü
rüşveti süzmeden, beş duyular
bölümündeki mevcut hali ile doğruca dikkat bölümüne gönderiverir
ve çok rahat biçimde
rüşvet yer. Böyle az gelişmiş toplum insanının dinsel yaşamında
bile sapıklıklar görülebilmektedir. İçindeki sapık
arzuları günahsız biçimde tatmin edebilmek maksadı ile bir
insan bağlılığını göstermek, inancını ispat
etmek bahanesi ile hiç olmadık bir şeyi dahi kurban
verebilir; kendi çocuğunu bile. Her şeye rağmen şuurun
bu bölümü çok önemli bir bölümdür,
maddenin incelenmesinde en önemli işlevi bu bölüm üstlenmiştir.
Zira, maddenin her türlü
özellik mukayeseleri buradan geçer, şekiller burada
oluşur. Her şey buraya gerçek şekli ile gelir aslında. Mantığın
doğuşu burada şekillenmeye başlar.
Arzular bölümü beş duyular ile alışkanlık bölümlerinin
arasında yer alır. Arzular, şiddetleri ölçüsünde insanın
hareketlerini ve düşünce tarzını yönlendirmede büyük
etken olur. Bir arzunun şiddetini kaynağı ve devamlılığı
vermiştir. Kaynak ne kadar baskı yapmışsa meydana gelen arzu
o nispette baskılıdır. Uyarının devamlılığı da
potansiyel bir enerjinin birikimi gibi
zaman içerisinde
arzunun
şiddetini arttırır ve o arzuda alışkanlık meydana getirir
ve istek, fikri sabit hale gelebilir.
Arzu vardır; kaynağı belli olmayabilir, onun ana
hedefi ile de ilgilenilmemektedir. Genellikle arzu duyan kişinin
zihninde rasgele bir hedef vardır. Cinsel arzular gibi. Diğer
tip arzuda ise
kaynak ile hedef arasında açık bir bağ vardır. Fert burada
arzunun kaynağını da hedefini
de bilmektedir. Karşılaştığı tehlikeden kurtulmak için
meydana gelen kurtulma arzusu böyledir.
Bazı
arzular uzun süre tatmin görmeseler bile alt bölümlere atılmaz,
şuurun üst kısmında kalmaya
devam eder. Şuur onun tatmin edilmeyeceğine inanmamakta
direnmektedir. Şuurda görülen bu sebat söz konusu arzuda alışkanlık meydana
getirir. Bu durumdaki bir insan devamlı
ayni şeyi arzu eder mod’ una girmiştir. Bu ısrar diğer
arzuların ihmal edilmesini gerektirir ve dip kısma atılırlar.
Bu ise kişide haz gereksinimini daha da fazla arttırır. Bir
anlamda haz ihtiyaçları sadece
alışkanlık haline gelmiş olan söz konusu arzunun
tatmininden sağlanmak yolu ısrarla seçilmiştir. Zira, bundan
çok büyük haz duyulacağı umulur. Ancak, bu umuş aşırı
derecede acıkmış
bir insanın bir fili yiyebileceğine inanmasından farklı bir
şey değildir. Aşka dönüşmüş arzular gibi. Normalde,
arzular şiddetlerine veya önemlerine göre tasnif edilirler.
Sonrası; tatmin edilebilme şansına göre de değerlendirilerek onlara öncelik
sırası verilir. Demek ki; Bir arzunun
öncelik sırasını ihtiyaçların yaptığı baskı,
istek üzerindeki alışmışlığın gücü, tatmin şansı ve
sonucunda görülebilecek zarar tayin etmiştir diyebiliriz.
Bunun yanında; şuur sadece otomatik çalışan standart bir yapıya sahip olmayıp uygunluk ölçmede
her şuur farklı, farklı becerilere sahiptir. Tıpkı beste
yaparken bir notanın uygunluğunu herkesin ayni ölçüde ölçememesi
gibi. Denge kurabilmek becerisi kişinin kalitesini tayin eder.
Tabiidir ki, her bestekarın ayni ölçüde kulağa hoş gelen
beste yapamadığı gibi, her şuur da ayni beceriklilikle
uygunluk ölçemez. Zira her insanın şuurundaki bölümleri
ayni uyumluluk içerisinde değildir. Bölümler arasındakı
uyumluluk ve şuurun uygunluk bulma kabiliyeti karşılıklı
olarak biribirlerini müspet yönde
etkilerler. Şuurda kurulabilecek olan bu denge insanın
gelişme şartları ve içinde bulunduğu
ortam ile de yakından ilgilidir. Bir problemin çözümünde
rakamları uygun bir şekil içinde dizip en elverişli formülü
meydana getirmiş iseniz, teoremler üzerinde bilginiz var ise
ve bunlar arasında kolaylıkla çağrışım yapabiliyor iseniz
problemi o ölçüde kolay çözebilirsiniz. Kısa yoldan
kazanmaya, avantaya, kaçakçılığa alışık olan bir insanın
içinde bulunduğu topluma, dolaysı ile, dönüp dolşıp
kendine kötülük etmesindeki uygunluk ölçme beceriksizliğini
saptamak mümkündür.
Alışkanlıklar bölümü, arzular bölümü ile
dikkat bölümü arsında yer alır. Önümüzden geçen bir
trenin pencerelerinin kaç tane olduğunu sayarken avucumuzdaki
leblebilerin de kaç tane olduğunu ayrı olarak sayamayız. İkisini
de ayni anda, ayni tempo ile saymak zorunda
kalırız. Her pencereyi sayışta bir leblebiyi diğer
ele aktarabilirsek ancak bunu başarmamız
mümkün olur. Aksi taktirde; iki işi ayrı, ayrı müstakil
olarak beceremeyiz, birini bırakmak zorunda kalırız. Ayni
denemeyi henüz gelişme çağında olan küçük bir çocuk
denemeye kalkınca çok
daha fazla zorlanır. Zira çocuk sayılara karşı henüz tam
bir alışkanlık kesbetmemiştir, pencereleri tek, tek takip
etmeye alışmamıştır, leblebileri bir elinden diğer eline
kolayca aktarabilecek alışkanlığa sahip değildir. Çocuğun
bu işi becerebilmesi için her periyot içerisinde
pencereyi görebilmesi gerekir, o periyottan sonra gelen
sayıyı hatırlaması gerekir. Bütün bu işleri
yaparken dikkatini leblebilere ve ellerine tevcih ederek
ayni işlemi orada da tatbik etmesi
gerekir. Bu durumda çocuğun aşırı ölçüde
zorlanacağı açıktır. Eğer işlem devam edip giderse; çocuk
büyüdükçe bir gün gelir eylem otomatikleşir ve onun
dikkati tamamen serbest kalır.
Demek ki insanın, bir çok yeri sulaması gerekirken
elinde tek hortumu olan bir bahçıvan gibi anında kullanabileceği tek bir dikkati vardır. Tabiidir
ki; en şiddetli uyarı, sinyal hangi
tarafta ise
dikkat o yöne yönlenir. Orada işlem yapıldıktan sonra diğer
bir tarafa yönlenir. Bu yönlenme ile dikkat tarafından
terkedilmiş taraf faaliyetini durdurmayabilir. Tıpkı bir teyp
bandı gibi faaliyetine
devam edebilir veya lazım oldukça ettirilebilir. Kendi kendine
devam eden faaliyetin durdurulabilmesi
için dikkatin onun üzerine tekrar tevcih edilmesi gerekir. Şuurun
dikkat sarfı gerektirmeden kendi kendine yaptığı bu tür faaliyetine alışkanlık
diyoruz. Çok iyi satranç bilen
biriyle oynayacak olan bir insanın galip gelebilmesi için
onun oyun üzerine çok şey
öğrenmiş olması, yani alışkanlık sahibi olması gerekir. Bir de
bunun yanında; şuur, oyunla ilgili çeşitli
alışkanlıklar arasında gerekli uygunluğu sağlama
becerisine de sahip ise dikkatin kullanılmasına olan ihtiyaç
iyice azalacaktır. Zaten, dikkatin aşırı derecede kullanılabilmesi
için çok fazla bir enerjinin
sarfına ihtiyaç duyulur.
Alışkanlıkların kazanılmasında haz almanın büyük
etkisi vardır. İnsan herhangi bir şeye zevk aldığı ölçüde
çabuk alışıyor. Ve ilk alışma safhasında çok fazla bir
dikkat sarf edebilmek için
büyük enerjiye ihtiyaç vardır. Enerjiyi sağlayacak olan yüksek
dozdaki haz ihtiyacı iki yoldan
elde edilebilir. Ya fert tehdit edilir; öğrenmezsen dayağı
yersin, çalışmazsan aç kalırsın, günah işlersen
cehennemde yanarsın gibi tehditten uzak kalınması umudu ile
alışkanlık meydana getiriliyor.
Veya alışkanlık kazanma aşamasında, birlikte haz ihtiyacı
da karşılanır. Hiç enerji
sarfını gerektirmeyen ve aşırılaşmış haz
gereksinimlerini karşılamak üzere şuurun arama
veya denemelere
saparak bulduğu haz kaynakları ile kurulan bağlantı sonunda
kazanılan alışkanlık türleri
de vardır. Başlangıçtaki deneme döneminde aşırı derecede
haz alınabildiğinden ve ayni haz miktarı tekrar, tekrar alınmak istendiğinden eylem
tekrarlanır ve alışkanlık çok çabuk
meydana gelir.
Yaşam şartları veya ortamı gereği çok fazla alışkanlık
depolamamış kişilerin az miktardaki alışkanlıkları köklü
bir şekilde oturmuştur. Bunların dışına çıkması büyük
enerji sarfını
gerektirir. Buna karşılık, alışkanlıklarına uyum içinde
olan bir diğer alışkanlığı, kişinin kapması da o derece
kolay olur. Genellikle dikkati daha serbest olduğundan ufak şeylerden
de haz alabilmesi mümkündür. Bunun aksine, çok şeyi öğrenmek,
çok şeye alışkanlık kazanmak
zorunda kalmış
insanın alışkanlıkları daha
zayıftır, bunların dışına daha kolay çıkabilir.
Bir şeyi kolay unutur veya inancını kolaylıkla değiştirebilir.
Bu yüzden dikkati tam anlamıyla serbest değildir, devamlı meşguldür;
dolaysıyla onu devamlı alışkanlıklar üzerinde dolaştırmak
zorunda kalır. Ayni nedenle haz ihtiyacı da çoğalır. Haz
ihtiyacı yeterince karşılanıyor ise çevreye ayak
uydurması daha kolay olur. Buna karşılık; az zevk
almaya mahküm kişiler az şey öğrenebilir, çevreye alışması
daha zor olur.
Köklü bir şekilde, tam oturmuş bir alışkanlık şuurdan
kolay, kolay silinemez. Dağdan yuvarlanan bir kayanın hızını
yavaşlatmak gibi güç gerektirir. Bu tür alışkanlıkların,
özellikle esiri olunan alışkanlıkların yönlendirmede ne
denli etkili olabileceği açıktır. Şu anda mezarda yatanlar
dirilip ayağa kalksalar herhalde bizim şuurlarımızı alt üst
ederler. Bir bağımlılıktan kurtulmanın ne kadar zor olduğunu
biliriz. Bir insana çocukluğundan itibaren düşman olarak
telkin ettiğiniz bir milletin dostluğuna onu inandıramazsınız.
Açıkgözlüğü, avantacılığı, kaçakçılığı hüner
sayan bir ortamda yetişen insanı çok yüksek mevkilere de
getirseniz onu huyundan kolay, kolay vazgeçiremezsiniz.
Alışkanlık ile arzular bölümü arasında sıkı bir
ilişki vardır. Herhangi bir alışkanlığın paralelinde olan
bir arzu şuurda herhangi bir dengesizlik yaratmaz. Ancak, alışkanlığın
sürdürülememesi halinde onu sürdürücü arzuların da
ortaya çıkması doğaldır. Dolaysı ile, alışkanlıklara
veya mevcut bir arzuya aykırı bir diğer arzunun şuurda oluşması
halinde bir dengesizliğin
oluşacağı tahmin edilebilir. Şuurda bazen zıt alışkanlıklar
da gelişebilir. Bunlar da
zıt arzuların oluşmasına neden olabilir. Böyle bir
oluşumda zıt arzulardan biri diğerini yok
edebilir. Bazen de bunun tersi olur; iki zıt arzu veya
iki zıt alışkanlık kardeş, kardeş geçinerek
her alışkanlık veya arzu kendi bildiği yolda
faaliyetini sürdürmeye devam eder. Dürüstlüğün
savunucusu olan bir insanın dürüstlükten uzak yaşaması
böyle oluşur. Batıl inançlı bir ailenin çocuğu ailesinden
aldığı bir çok alışkanlıkları hangi çevreye girerse
girsin onları uzun seneler terk edemez. Zira, alışkanlıkların
kalıcılık gücü çok yüksek olur. İnsan böyle bir güce
karşı çıkacağına onu serbest bırakmayı yeğliyor
genelde. Bu da, mantığı kemiren ana etkenlerin başında
gelir. Gözlemcilik özelliğine sahip olmasına rağmen; şuur,
alışkanlıklarını ispatlayıcı şeyleri aramaya, diğerlerine
yüz çevirmeye mütemayildir. Aksi taktirde kendini yenilmiş
kabul etmek zorunda kalacaktır. Aslında beş duyu organlarından
gelen uyarılar mevcut alışkanlıkları zedeleyici de
olabilir. Ama yine dealışkanlığın korunma telaşından
kaynaklanan körlük zedelenmeyi önler.
Alışkanlıklar insanın sosyal yapısını da etkiler.
Ailede bir küçük çocuğun kendini rasgele bir fert saymayıp,
tümünü kendi parçası saydığını biliriz. Bunun kadar açık
teşhis edilmese de buna benzer hisleri yetişkin insanda da görmek
mümkündür. Şuurlu veya şuursuzca; diğer
insanlarla beraber olmak, başkalarını taklit etmek,
beraberce bir tarafa yönelmek, iş yapmak, problem çözmek,
yarışmak gibi faaliyetlerde alışkanlıklar büyük rol
oynar. Toplumla olan bu ilişkiden sosyal alışkanlıklar
ortaya çıkar. Toplumun kabul görmüş sosyal yapıdaki alışkanlıklarına
fert ender olarak ters düşebilir veya isyan edebilir. Genelde
kendisi alışık olmasa bile yahut toplum alışkanlıkları
kendi alışkanlıklarına, düşüncelerine, arzularına ters düşse
bile toplum alışkanlığının sürdürülmesine katkıda
bulunacak şekilde davranır. Böyle davranmakla fert her iki
tarafın da arzularına uyum göstermiş oluyor. Toplumun ayıp
saydığı çok şey ferdin özel yaşamında mevcut olabiliyor.
Dikkat bölümü, şuurun en üstünde yer alır.
Diğer bütün bölümlerden gelen uyarılar kat ettikleri bölümlere
göre ilgili süzgeçlerden geçerek dikkat bölümüne ulaşırlar.
Süzülerek gelmiş olan bu uyarılarda teşekkül eden uyum bu
bölümün haz ihtiyacını giderir. Uygunluğu tasvip görmüş
bu uyarılar işlem görmek üzere ilgili bölümlere tekrar gönderilir.
Dikkat bölümü yeterince uygunluk bulamadığı zaman ihtiyacı
başka yerlerde de arayabilir. Bunun için uyarıların süzülürken
bıraktıkları tortularla temas sağlamaya çalışır; aşırı
süzülmüş olma ihtimaline karşılık oralarda uyum bulmaya
çalışır. Bunu yaparken tortular normal arzu ve alışkanlıklara
ters düştüğünden üst bölümlerdeki bazı arzu ve alışkanlıkların
parçalanması da icap edecektir. Bu ise şuurda büyük bir
enerjinin sarf edilmesi veya kaybını gerektirir. Dolaysı ile
şuurun bu faaliyeti ender ve zoraki gerçekleşir. Şuurun
sebep veya çare araması, tuhaflıklara ilgi duyması, bilimsel
meraklar böylece oluşmaktadır. Hayvanlarda çare arama özelliği
varsa da sebep arama özelliği
pek yoktur. İnsanın bu artı özelliği onun gelişmesinde
büyük bir etkendir.
A R A Y I Ş
İnsan neyi arar? Belki de mutluluğu. Mutlulukla neyin
kastedildiği de kolay cevaplanamaz. Genelde kişinin ihtiyaçları,
arzuları ve alışkanlıkları doğrultusunda mutluluğun
bulunacağı sanılır. Ancak; bu zannediş yalnızca bir inançtan
öteye bir şey değildir. Kişinin tüm
arzularını yerine getirseniz bile kişiyi tam tatmin
olmamış görürsünüz. Çünkü onun muhtemelen
Mantıktan uzak veya gerçekleşmesi imkansız hayalleri
veya istekleri de vardır. Ayrıca; insanda arzuların oluşmasında
sosyal yaşamın da büyük etkisi vardır. Aslında, fert ve
toplum biri diğerini etki altında bırakmak için özel çabalar
sarf ederler. Genelde etkileme gücü toplumdaki yetkilerle bir
arada bulunur. Dolaysı ile bir ferdin çevre veya toplumu
etkileyebilmesinin onun sahip olduğu
rahatlık, serbestlik, önemli kesimle olan bağları,
toplum hakkında karar alabilme gücü,
harcayabileceği zamanı, parası; kısaca sahip olduğu
tüm yetkiler ile de yakından ilgilidir. Mümkün olsa da bu
yetkileri alt alta koyabilsek ve toplayabilsek toplumun gücünü
elde etmiş oluruz. Diyebiliriz ki, toplumda toplam yetki sabit
bir miktardadır. Bunun bir yerlerdeki birikimi diğer
yerlerdeki yetki miktarının azalması demektir. Dolaysı ile,
toplumdaki yetkinin dağılımı çok büyük bir önem arz
eder. Yetki bir yerlerde topaklanmış olabilir veya çeşitli büyüklükteki
topaklar halinde ayrı, ayrı yerlerde dururlar. Neyin aranacağı
üzerinde bu topakların büyük etkisi olur. Zira, toplumun
tasvip görmüş alışkanlıklarına, arzularına ve
menfaatlerine ferdin ters düşmesi onun toplum dışı
edilmesine neden olur. Ters düşme topak, topak duran yetki kümelerine
ne kadar yakın ise toplum dışına itilme gücü de o
denli etkili olur. Her şeye rağmen, toplumun
değer yargılarından uzak, kişinin kendine özel
arzuları, alışanlıkları, imkan ve kabiliyetleri de vardır.
Fert bunların kazandırdığı kendine özel şahsiyetini
sosyalleştirmeye onu topluma kabul ettirmeye çalışır. Bunda
da destek buldukça şansı artacaktır. Aslında toplumun
herhangi bir ferdine tanımış olduğu belirli miktarda bir şahsiyet
düzeyi vardır. Ama yine de, fert ile toplum arasında zaman,
zaman ters düşmeler olabilir. Toplumun zaman içinde değişime
uğraması böylece oluşur. Her yeni gelen nesil eskilere göre
farklı biçimde, farklı arayış içine girebilir. Böyle
farklı arayışın ana nedeni hep daha uygununu bulma çabasının
bir sonucudur. Tabii, burada menfaatlerin de özel bir etkisi
olur ama, emin adım atabilmenin tek yolunun uygunsuzluklardan
uzak kalma ile elde edilebileceği gerçeği hep toplumun karşısına
acı bir şekilde çıkacaktır. O halde, ister istemez insan
uygunluğun peşine takılmak zorunda kalıyor demek ki.
Uygunluk üç şeyde aranabilir. Bunlardan birincisi; güzellikte,
ritimde, ahenkte yani sanatta
uygunluk. İkincisi; hedefte uygunluk. Üçüncüsü ise
tarzda veya yolda uygunluk. Sanatta uygunluk aranırken ortada
nihai bir hedef bulunmaz, hep daha fazla uygunluk peşinde koşulur.
Yani sanat için sanat yapılmaktadır. Uygunluğun arandığı
her şeyde insanın bu yönünü görmek mümkündür. Sanat yönünü
bir yana bırakırsak geriye hedefte ve tarz veya yoldaki
uygunluklar kalır. Ancak; her
uygunluğun da bir daha uygunu olabilir. Demek ki, sade
uygunluk da gerekli sonuca
kavuşturamıyabilir. Bir tencereye uygun bir kapak
yapmak için bin kişiyi ayrı, ayrı görevlendirip bin adet
kapak yaptırıldığında elde edilmiş kapaklardan yalnızca
bir tanesi en ideal yapıdadır. Yani, bir tanesidir en uygun
olan. Hedefte ve tarzda uygunluk arayan insan aslında en uygun
olanları bulmaya çalışmaktadır. En uygun hedef, en uygun
yol ise Mantığın ta kendisidir. Sonuçta, insan Mantığın
peşinde koşup duruyor ister istemez.
M
A N T I K
Arayışta neyin arandığı açık biçimde bilinmediğinden;
arzu, alışkanlık ve ihtiyaçlarda her zaman gerekli denge tam
olarak kurulamayacağından; ayrıca her zaman yeterli yetki
kolay, kolay elde edilemeyeceğinden sağlıklı bir sonuca erişilemez.
Bu ise ferdin yenilgisi demektir. Yenilgiyi
asgaride tutabilmek bakımından Mantığın yeterince
tahlil edilmesine ve onun yeterince
tanınmasına büyük ihtiyaç vardır. İlk başta insanın
geçmişinden başlayıp gelmişi ve geleceği ile
Mantığı nasıl yarattığını ve buna ne denli bağımlı
olmak zorunda kaldığını araştıralım. Geçmişine
uzandığımızda insanın devamlı bir gelişim içerisinde
olduğunu, başlangıç ile şimdi arasında farklı bir ortama
adımlar atmış olduğunu görürüz. Başlangıçta ilkel yaşamla
hayatını sürdürmüştür.
İlkel durumdaki yaşama anlam veren tek şuursal yapı ise
devamlı tehdit altında duran yaşamı tehlikelerden kaçırmak,
ayni zamanda hayatı idame için gerekli, cazip halde duran
nesnelerden faydalanmak ve onları başkalarına kaptırmamak yönünde
oluşmuştur. İnsan bu ilkel yaşamda kalmak zorunda olsaydı
şuur o günkü durumunu aynen muhafaza ederdi, gelişmesi de söz
konusu olamazdı. Çünkü öyle bir yapıda ileriye dönük
hedef seçilemez, herhangi bir oluşumda sebep aranamaz. Ancak;
insan, ilkel yaşamda kalmak yerine daha uygununu bulmak çabası
ile ortak yaşama, sosyal yapıya doğru adım atmaya başlamıştır.
Halen de ayni adımların devamını saymaktadır. Öyle ki; bu
yolda insan geriye dönüşü mümkün olmayan bir mecraya
girmiştir. Bir defa bu çaba ile insan umulmadık bir güç
kazanmış, ilkel durumda kalan bütün canlılara üstünlük
sağlamıştır. Ayrıca, bu süreçte toplumdaki herhangi bir
fert ilkellikte ısrarcı bir
tutum sergilediği ölçüde bunun zararını ve
tepkisini de görecektir, toplum dışına da itilebilecektir. Dolaysı ile, yaşamı için başkalarına
muhtaç durumda olan bu insan ilkellikle
atılmakta olan adım arasında denge kurmak zorundadır.
Bu da Mantığın bir gereğidir. Tam
yerinde denge kurmak zor bir iştir. Zira, şuurun bölümleri
arasındaki uyumluluk ve onun uygunluk bulma becerisi ölçüsünde
kişi denge kurmaya muktedir olur. Bunlar da, büyük ölçüde
insanın yetişme tarzı ve içinde bulunduğu ortamın etkisi
altında kalarak gelişebilir. Denge ne kadar sağlıklı ise şuursal
yapı da o ölçüde güçlü olacaktır. İnsan bir taraftan atılmış
adımı devam ettirecek, diğer taraftan da ilkelliğin gereği
tehdit altında gözüken yaşamı tehlikelerden kaçıracak,
hayatın idamesi için cazip halde duran firsatlardan
faydalanacak, onları başkalarına kaptırmayacak. Zira,
bunlardan herhangi birinin ihmali ona bir şekilde zarar
verecektir. Diğer taraftan,
atılmakta olan adımlardaki bir ihmal de onun geri
kalmasına neden olacak ve bu yüzden başkalarının gözünde
alt edilmeye, harcanmaya, yenilmeye hazır cazip bir hedef
haline gelecektir. Toplumun bu yapısı ile bir ferdin iki yaşam
arasında; ilkellikle toplumculuk arasında bocalayabileceği
meydandadır. Zayıf düşen veya sığındığı yerin kapısını,
bacasını açık bırakan bir fert bir başkası için cazip
bir hedef haline
gelecektir. Toplum veya insanlık için zarar verici de olsa böyle
açık kapının cazibesine kapılacak, başkalarını harcamaya
hazır çok insan çıkar. Toplum çıkarı ile ferdin çıkarı
arasında kurulmuş olan bu denge veya dengesizlikte bir tarafa
yakınlık diğer tarafa uzaklık anlamına gelir. Kişinin
karakteri bu iki kutup arasına yerleşmiştir. Bu karakterin
ortaya koyduğu ve kişinin tüm yaşamına anlam veren, hayatını,
ilgisini yönlendirdiği herkesin kendine has, ulaşmayı umduğu
veya hayal ettiği nihai bir hedefi vardır. Ağır bir hastada
hastalıktan kurtulmak, onda yoğun bir hedef haline gelmiştir.
Kiminin yaşamında gezmek, eğlenmek çok önemli bir hedef
olarak muhafaza edilir. Kimileri için şöhret büyük önem
arz eder; hava atmak, gösteriş yapmak yaşamının önemli bir
parçasıdır. Kimileri macera dolu bir
hayat özlemi içerisindedir. Kimileri gürültüsüz,
patırtısız ve kolay bir hayat özlemi içerisindedir.
Kimileri sadece çocukları veya ebeveynleri için yaşar, en büyük
mutluluğu onlarda bulacağından emindir. Kimilerinde bilimsel
merak çok gelişmiştir, onun uğruna her şeyi
feda etmeye hazırdır. Kimileri için başkalarının
durumda olması büyük bir mutluluk kaynağıdır. İki kutup
arasında teşekkül eden bu ve bunun gibi nihai hedefler
insandan insana değişir. Bulunulan yer ilkelliğe yakın olduğu
ölçüde belirsiz bir görünüm arz eder, her an değişme olasılığı vardır. Zira, ilkel tarafa yakın yaşamakta
olan ferdin hedefini tıpkı hayvanlarınki gibi
sadece gelen uyarılar tayin edecek, değişen uyarılara
göre de hedef değişecektir. Hedef
ilkellikten uzaklaştıkça onu yaşamında daha belirgin
olarak yansıtır. Bir insanın nihai hedefi onun yaşantısını
büyük ölçüde etkiler. Belirgin olduğu ölçüde zincirleme
birbirine ve nihai hedefe bağlı diğer küçük, küçük
hedefleri de üretir.
Kutupları daha açık resmetmeye kalktığımızda ise
şu açık sonuca geliriz. Kutuplardan biri
toplumdan azami fayda temin etme prensibinin cazibesine
kapılmış, buna karşılık topluma
faydalı olma yönünde hiçbir sorumluluk duymayan bir
yapıyı ortaya çıkarır. Diğer kutup ise topluma azami üretim sağlama ve ona asgari şekilde mal
olma prensibinin inancına kapılmış bir yapıyı sergiler. Görüldüğü
üzere her iki taraftaki sorumluluk duyma özelliği birbirine göre
tam zıt bir şekilde
farklı birer yapı arz ederler. Biri sorumluluğu sadece
kendine karşı, diğeri ise
sadece topluma karşı duymaktadır. Diğer bir deyişle;
biri toplum yönünden, diğeri kendi yönünden sorumsuzluk içerisindedir.
Aslına bakılırsa her ikisi de ayni yanlış yoldadır. Zira,
aşırı menfaatperest kişinin de azami yarar için toplumun
gelişik olmasına ihtiyacı vardır. Ama, bu kişi yeterli bir
bilince sahip olmadığından basit, cazip avantalarla kendini
avutma konumuna sokmuş olur kendini. Diğer kutuptaki aşırı
fedakar olan da kendine açık, açık zarar vermeye namzet gibi
görülür. Hatta toplumdaki diğer fertlerin de kendisi gibi
olması gerektiğine ciddi biçimde inanır. Bütün bu aşırılıkların
tek ilacı elbette ferdin eğitim ve öğretim ile bilinç
seviyesinin bilimsel olma yönünde yükseltilmesidir. Zira, kişilerin
bilinçsizliği topluma verilen zararı kat be kat arttırır.
Bilinçten birazcık da olsa uzak kalmış bir menfaatperestin görünürde
kendi toplumuna bir zararı olmaz gibi sanılır. Ama belki de,
o kişi kendi toplumunun diğer toplumları egemenlikleri altına
almasını isteyebilecek ve bu yolla fazladan bir menfaat
umabilecektir. Bilinçten daha da uzak kalmış nitelikteki bir
menfaatperest ise belki de toplumdaki yetkilerin kesif olduğu
taraflarda faaliyet
göstermeye namzet biri haline gelebilecektir. Daha da bilinçsiz
bir menfaatperest için kaçakçılık, karaborsacılık, soygun
gibi kolay kazanç yolları ilk başvuracağı çok cazip
yerlerdir. Bilinçten birazcık da olsa uzak kalmış bir
fedakarın da görünürde kendi toplumuna bir zararı olmaz sanılır
belki de. Ama bunlar da sömürgeci bir
yapıya sahip olabilirler. Hele bilinçten daha da uzak
iseler onların gözünde fedakarlık mukaddes bir görev sayılır.
Elde edebilecekleri yetki oranında da diğer kimselere baskı
kurmaya hazır hale gelirler. Görüleceği üzere hangi türde
olursa olsun bilinç seviyesi yüksek olan bir ferdin ele aldığı
toplum geniş kapsamlı olmakta, bilinç seviyesi düşük olan
bir ferdin ise ele aldığı toplum dar kapsamlı olmaktadır.
Şümullendirme büyüdükçe tüm insanlığın yarar kazanacağını,
küçüldükçe ilkelliğe dönüşün desteklenmiş olacağını
kabul etmek zorundayız. Aslında, her insan en küçükten en büyüğüne
kadar bütün toplumlarla bağlantılıdır. Dolaysı ile, insanın
en büyük toplumdan bağlı olduğu en küçük topluma
kadar, oradan da şahsi çıkarlarına kadar uzanan birbirlerine
bağlı zincirleme hedeflerinin olması ve bunlarında en uygun
yerlerde teşekkül etmiş olması gerekmektedir. Aksi halde
uygunluktan uzaklaşılır. Toplumun ortak hedefinin teşekkül
etmesi bu zincirleme değerlerin biribirleri ile uyum içinde
olması ile sağlanır. Ortaklaşmış hedefler güçleri oranında
topluma mal edilmeye çalışılır. Tabii; bu hedeflerin
etkinliği onların uygunluklarından ziyade toplumda topak,
topak duran yetki guruplarına yakınlığı oranında artar.
Etkinlik kazanmış olan bu hedefler ilkel yapıya yakın,
bilimsellikten uzak olduğu ölçüde fert veya toplum yok
olmaya, parçalanmaya, avantajlarını kaybetmeye hazır
demektir.
Toplumlar pek olduğu yerde kalmaz, değişir dururlar.
Pek tabii ki, değişim yönü Mantığa doğru ise gelişmeyi,aksi
yön ise çöküşü ifade eder. Ortak hedeflerin değişmeye yüz
tuttuğu sırada fert
ve toplum ilk başta serseri mayın gibi bağlarından kopuk
duruma gelir. Böyle bir durumda yoğun bir arayış içine
girilmiştir. Bu süreçte ya Mantık aranmaktadır veya
toplumda bölünmeler, hatta
türlü ahlaksızlıklara neden olacak sapık değişimler
kendini gösterebilir. Bu değişimde bilgisizlik, cehalet ve
bunalım Mantığa dönüş ihtimalini iyice azaltır. Cahil ve
domuz sadece kendi önünü görür; ona, sağını ve solunu
ancak önüne ayna koyarak gösterebilirsiniz. Ama yine de, gördüklerini
kendi önünde zanneder.
Normal olarak insan çevresinin yapısına, gidişatına
ayak uydurur. Hatta, buna zorunludur da. Çevre açıkgözlüğü,
hüner sayıyor ise, fertler arasındaki mücadelelerde, kapışmacalarda
yasadışı davranış mubah olarak kabul görüyor ise,
çok kişi de bu tür yapıda fayda buluyor ise bir kişinin
kendi hedef çizgisini belirlemesinde uygunluğu öz çıkarlarına
yakın yerlerde araması doğaldır. Herkesin hırsız olduğu
bir çevrede namuslu kalmaya çalışanlar aç kalır. Bu da
Mantık dışıdır. Böyle bir toplumda seçilmiş olan
hedefler ilkelliğe çok yaklaşık bir konumdadırlar. İlkelliğe
yakın insan başkaları için bir tehdit kaynağıdır.
Tehdidin zararını asgariye indirmek için kişilerin
kendilerini ilkelliğe de adapte etmesi gerekebilir. Zira,
uygunsuzluk nereden gelirse gelsin o da diğer bir uygunsuzluğa
sebep teşkil eder.
Tüm insanlığın ana hedefi yeryüzünü herkes için
cehenneme değil, cennete çevirmek olmalı. Bu hedef herkesin
menfaatine uygun düşer. En küçüğünden en büyüğüne
kadar herhangi bir toplum veya herhangi bir fert bu ana hedefe yönelik
olmalıdır. Buraya yönelmiş olan insanın elbette çeşitli
arzuları, sorunları, korkuları ve endişeleri de olacaktır.
Dolaysı ile, ana hedeften ve aralarda teşekkül eden ara
hedeflerden kişinin öz çıkarları arasında kurulan köprülerde
oluşturulmuş olan dengenin önemi çok büyüktür. Tabii ki,
kişi ne kadar tehdit içinde ise veya kaybedeceği önemli bir
şey yok ise denge öz çıkarlara yakın olacaktır. Aksine, kişi
ne kadar rahat ise o ölçüde de ana hedefe yaklaşık olmalıdır.
Yönelinmesi gereken hedefin tam yeri, en uygun yeri burasıdır.
Her kişinin, her toplumun içinde bulunduğu ortamı, ihtiyaçları,
arzuları ve sorunları farklı, farklı
olabileceği için hedeflerinde herkesin yalnızca
kendine mahsus en uygunlukları olacaktır. Kişi veya toplumun
Mantığı bu yerin dışında bulması mümkün değildir.
Dolaysı ile, kişilerin, fertlerin toplum için yararlı olup
olamayacakları bunların Mantığa olan saygıları ile de
saptanabilecek bir şeydir. Bu, herhangi bir din veya bir
ideolojiye duyulan saygıdan dahaaz ise kişi dine de,
ideolojiye de, kendi toplumuna da zarar verecektir. Kişiler
Mantıktan uzak oldukları ölçüde zarar verecek, Mantığa
yakın oldukları ölçüde de işe yarar hale geleceklerdir.
Sonra, insanoğlu; ideolojilerı, dinleri rahatlıkla kendi çıkarları
doğrultusu yönünde alet edebiliyor, kendi pisliği ile bu değerleri
rahatlıkla bir arada tutabiliyor. Ancak, pisliği Mantıkla bir
arada kimse tutamaz. En uygun hedefe kilitlendikten sonra buraya
varmanın da tek yolu elbette ve sadece bilimsel yaklaşımla
elde edilebilinir.
M
A N T I Ğ A H
İ Z M E T
Geçmişe baktığımızda
görürüz ki; milletler, toplumlar hangi ölçüde Mantığa
hizmet etmişlerse o ölçüde de hayattan nasiplerini alabilmişler
ve kendi toplumlarına, fertlerine o nispette insan olmanın tadını
tattırma şansına sahip olabilmişlerdir. Bunun aksine, Mantıktan
uzak kaldıkları ölçüde de insan olmaktan yoksun kalmışlar;
Olmadık şeylere hizmet ederek yaşamı heder etmişler ve
umulmadık sonuçlarla yüz yüze kalmışlardır. Gerçi, her
fert temelde kendisi için var olmuştur ve toplumu kendisi için
oluşturmuştur. Ama, toplumdan gerçek fayda alınabilmesi için
toplumun maksada uygun şekillenmiş ve Mantığa hizmet edici
evsafta olması gerekir. Aksine, fayda yerine zarar ile yüz yüze
kalınır. Bir hedefe varmak, başarılı olmak her ne kadar
imkanlar ölçüsünde yerine getirilebilir olsa da elde mevcut
imkanlardan azami şekilde faydalanabilmek için Mantığın
gereğini tam anlamıyla yerine getirmek gerekir.
Aslında, en
uygun hedef ve en uygun yolun aranmasına, bulunmasına ve bu yönde
gayret gösterilmesine hiç kimse mecbur edilemez. Böyle bir
zorlamaya kimsenin hakkı olamaz. Ama, Mantıksızlıklara
sorumsuzca hizmet edenlerin cezasını başkalarının da çekeceği
açık bir gerçektir. Zira, sosyal yaşamda bir fert hem kendisinin, hem de başkalarının Mantıksızlıklarından
kaynaklanan bir kıskaç ile sarılmıştır. Her koyun
kendi bacağından asılır, ama hayvanların bacakları
birbirine bağlı değildir. Dolaysı ile, Mantığa verilecek
zararın önlenmesi için zarar vericilere toplumun yaptırım
hakkı kendiliğinden ortaya çıkar. Bir de işin şu yanı
vardır; Mantıksızlıklara Mantıksızlıkla cevap verilemez.
Bu, sosyal yaşamın en ağır yanıdır. Birinin topluma yük
olması veya atılan adımı kösteklemesi yüzünden
becerebilecekken becerememek, hızlı adım atabilecekken tökezlemek, ağırlaşan
ayaklara sahip olmak ve bu yüzden eziyet dolu bir ortamla yüz
yüze kalmak hoş bir şey olmasa gerek. Mantığa verilen
darbenin bir diğer zararı daha olmaktadır. Ferdin dikkati tek yönlüdür, ayni anda
iki yöne yönlendirilemez. Dengeli bir
yapıya kavuşmuş herhangi bir toplumda ise dikkat çok
yönlü olabilmektedir. Farklı, farklı işlere ayni anda el atılabilir.
Ancak, Mantıktan uzak kalınınca, dengesi bozulmuş olan böyle
bir toplumdaki
dikkatin bu çok yönlülük gücü kendiliğinden azalacaktır.
İşbirliği imkanı kalmayacaktır.
Toplum yaşamı
karmaşık bir yapı arz eder. Gerçek irdelendiğinde görürüz
ki; yer yüzünde bulunan her fert veya toplumun mevcut tüm diğer
fert veya toplumlarla dolaylı veya dolaysız, karşılıklı
olarak oynadığı bir nevi satranç oyununun içinde olması.
Herhangi bir konuda mevcut herhangi bir gücü ile bir kısmını
yenecek, diğer bir kısmına yenilecek konumdadır. Bir kısmını
yenmiş, bir kısmına yenilmiş de olabilir. Aslında
oyun ve kuralları bellidir; oyun Mantık
oyunudur. Mantığın dışına çıkıldığı anda
kural dışına, kural dışına çıkıldıgı anda da Mantığın
dışına çıkılmış olur. Ortaklaşa oynanan bu
oyunda kural dışına çıkılarak acemice atılacak her adım
toplumu yenilgiye daha çok yaklaştıracaktır. Oynanan bu
oyunda herhangi bir ferdin becerikliliği veya beceriksizliği,
ciddiyeti veya ihmalkarlığı, oyuna müspet katkısı veya
Mantık dışına saptırma etkisi gecikmeden neticeye tesir
edecektir. İyi oyun oynamak için kuralları ve oyunu iyi
bilmek gerekir. Bunun için de bilime, bilimsel olmaya çok büyük
ihtiyaç vardır. Her şeye rağmen biliriz ki; ne de olsa insan
da hata yapabilen bir varlıktır. Ondan her şeyi hatasız
yapması beklenemez. Bir satranç oyununda kim daha önce veya
daha çok hata yapar ise o taraf yenilir. Oyun bir bilgisayar
ile oynandığında karşı taraf hata yapmayacaktır. Onu
yenebilmek için oyunu onun gibi hatasız oynamak gerekir öncelikle.
Ayrıca, bilgisayarın oyun tarzının, herhangi bir hamle karşısında
verebileceği karşı tepkisinin bilinmesine de gerek duyulacaktır.
İşte bu yüzden, bilimsel olmak, mantığı çok iyi tanımak
zorundayız. Zira, doğa da
bilgisayar gibidir, o da hata yapmaz. Bilimselliğin dışında
kaldığımız ölçüde doğayı daha az tanırız, daha çok
hata yaparız, dolaysı ile, Mantıktan daha çok uzaklaşmış
oluruz.
Toplumun ileriye
adım atmasında ferdin yalnızca iki unsurundan yararlanılabilinir;
bunlar da, bedeni ve şuuru. Mesele, insandan daha çok yarar sağlamak
ise onun sağlıklı bir yapıya sahip olmasını, hatta şuursal
ve bedensel becerilerinin geliştirilmesini arzu etmek zorundayız.
Bu arzu ve isteğin gücü kişi veya toplumun sorumluluk
duygusunun gücünü yansıtmış olur. Dolaysı ile, ferdin
veya toplumun taşımakta olduğu sorumluluk duygusunun da yetki
ve beceri kadar Mantığın oluşturulmasında, şümullendirilmesinde
ayrı bir önem arz eder. Sorumluluğu; hedeften uzaklaşıldığında
duyulabilen huzursuzluk şeklinde tarif edebiliriz. Fakirliğe
ve zor şartlarda yaşamaya tamamen adapte olmuş ve bu yönde
iyice alışkanlık kazanmış olan bir insanda sorumluluk
duygusu olmaz. Ne insanlığa, ne de gelişime hiç bir katkısı
da olmaz. Ayrıca, kendisi gibi işe yaramazlar üretir.
Yetki, beceri ve
sorumluluk gibi değerlerin toplumun içindeki dağılış şekilleri
ve büyüklükleri toplumun kalitesini belirler. Bunlar somut
olarak toplanabilselerdi her birinin toplumdaki miktarlarının
sabit düzeylerde oldukları gözlemlenebilirdi. Bir yerlerde çok
olması diğer yerlerde az olması sonucunu ortaya koyar. Bunların
üçlü saç ayağı gibi bir arada olması topluma denge
getirir. Ayrı, ayrı yerlerde topak, topak birbirlerinden uzak
yer tutmaları halinde kırık saç ayağı gibi topluma
dengesizlik getirir. Toplumun ehil, becerikli kesimi değil de
cahil, beceriksiz takımının büyük yetkilerle donatılmış
oldu0ğunu göz önüne getirelim; bilgili, becerikli de olsa
sorumluluktan yoksun kişilerin büyük yetkilerle donatılmış
olduğunu farz edelim. Kişinin hamuru avantalarla yoğrulmuş,
her tür imkanı kendi öz çıkarları için kullanmayı zeka
belirtisi olarak görmeye alışık becerikli tip insanlar
toplumda olmaz mı ? Elbette olur. Dengesi
kurulamamış, yerli yerine oturmamış toplum dengesiz
yaşamaya mahkum olmuş demektir. Dolaysı ile, ideal bir toplum
yapısı, düzeni nasıl olmalıdır sorusuna devamlı ve
ciddiyetle cevap aranmalıdır. Bir toplumun zaman içerisindeki
değişimi ve gelişimi ile yetki, beceri ve sorumluluk değerlerinin
yeri de değişir. Değişimin Mantık paralelinde olması
halinde ilerlemeyi, Mantığın uzağındaki değerlerin ağırlık
kazanması halinde ise gerilemeyi gösterir.
Yetkinin
toplumdaki dağılımı toplumun geleceği bakımından çok büyük
önem arz eder. Bunda iki farklı kutup dikkat çekicidir.
Birinci kutup; tüm yetkilerin tek elde toplandığı şekil.
Diğerinde ise tüm yetkiler tüm fertler arasında eşit
şekilde dağılmıştır. Birinci şekilde yetki tek
elde olduğu için yalnız o kişinin görüş ve arzuları
yönünde bir gidişat sergilenir. Toplumun diğer
fertleri yetkiden uzak kaldıkları için yeterince
bilgi, beceri sahibi de olsalar tek yetkilinin arzusu hilafına
üretecekleri her faydalı teşebbüs tamamen boşa gidecektir.
Dolaysı ile, burada gelişme o tek yetkilinin durumuna bağlıdır.
Bir de bunun yanında; tek yetkili kişi hasta ve zaaf sahibi
ise bu kişi Mantık yerine zaaflarına hizmet etmeyi yeğliyecektir.
Yetkilerin tüm fertlere eşit dağılmış olduğu bir ortamda da gelişme tüm fertlerin özelliklerine
ve arzularına bağlı olacaktır. Bu bakımdan yetkiyi şahsi
zaafların eline terk etmeyecek bir toplumu oluşturması bakımından
bilgi ve bilimsellik yönünden güçlü fertlere büyük ihtiyaç
vardır.
Toplumun daha
ileriye gidebilmesi bakımından bilgi, beceri ve sorumluluk
duygularının Mantığa uygun biçimde gelişmesi için gereken
kolaylığı; ilk başta fertler arasındaki münasebetin, iletişimin
kolaylığı ve sıklığı sağlar. Ancak böylece, birbirleri
ile kolayca işbirliği yapabilecek vasfa sahip olurlar, ayrıca
ortak yapılar ve eserler böylece meydana çıkar. Dolaysı
ile, bir toplumun ifade gücü yüksek bir dile sahip olması
arzulanır. Hatta öyle olmalı ki; konuşulan dilin şekli ve
ifade tarzı güzel bir sanat eserinin uygunlukları ifade
etmesi gibi saf Mantığı yansıtsın, herkes tarafından ayni
ölçüde bilinsin ve konuşulabilsin, rahatlıkla ve kolaylıkla
herkes tarafından okunabilsin, yazılabilsin. Ayrıca, Mantığa
hizmet etmeyi prensip edinmiş bir medya
ve ulaşım kolaylıkları da gelişmeye önemli ölçüde
etki ederler. Hepsinden önemlisi bütün bunlar nazarı itibare
alınarak eğitim, öğretimin Mantığa uygun biçimde
planlanması ve düzene sokulması gerekir. Eğitim, öğretim
kişileri öncelikle Mantıkla tanıştırmalıdır, kişiye,
Mantığa zarar vermenin büyük evrensel bir suç olduğunu öğretmelidir.
Toplumun eğitim, öğretim alanındaki görevi bir çocuğun
ana rahmine girmesi öncesinden başlar. Eğitim teşkilatı öyle
olmalıdır ki; ilme, Mantığa ve uygunluklara son derece saygılı,
bütün insanların birbirlerine ihtiyacı olduğunu bilen,
dolaysı ile, Mantığa hizmet etmekten zevk duyan, diğer
insanların Mantığa hizmet edici veya etmeyici vasıflarını
rahatlıkla görebilen, çıkarlarını en uygun biçimde
koruyabilen ve bunun için yeterli mücadele gücüne sahip
olan, bütün bunlara göre hedeflerini en
uygun yerlerde tespit edebilen ve bu hedeflere varmak için
en uygun yolu seçerek yürümekten
zevk duyan evsafta insanlar yetiştirmelidir. Aksi halde
ekonomi dahil toplumdaki tüm değerler ziyan edilir.
Sonuç olarak,
Mantığa verilecek herhangi bir zarar hepimize verilecek bir
zarar demektir. Mantığa verilecek herhangi bir hizmet ise
hepimize de bir şekilde fayda sağlayacaktır. Maalesef bu gibi
konularda insan veya insanlık olarak yeterince duyarlı değiliz.
Bindiğimiz dalı göz göre, göre kesecek şekilde çevreyi
kirletiyoruz. Bu durum gelecek için çok
tehlikelidir. Yetkileri ehil
olmayanlara, hatta sorumluluk duygusu zayıf, hırsız
yapılı kişilere ardını hiç düşünmeden veriyor ve dağıtıyoruz.
Ve böylece yeryüzünde aşırı büyümüş, hatta şımarmış
organize suç örgütleri pervasızca at koşturabiliyorlar.
Bunlar yasal idari yönetimleri bile etkileri altına alıyor,
onları istedikleri
gibi parmaklarında oynatabiliyorlar. Ne azık ki, dünyayı
fareler sardı. Bunların bildikleri
tek oyun vardır; farelik oyunu. Oyun; insanların farelik
arzularını kabartma, onları o
yönde güçlendirme oyunu. Maalesef oyun çok ustaca
oynanıyor. Fareli köyün kavalcısında
olduğu gibi kavalcının sesini duyan arzular onun büyüsüne
kapılıyor ve onun etrafında birleşerek etkin bir güç
haline geliyorlar. Bunun sonucu olarak görevli görevini ihmal
ediyor, ciddiyetten uzaklaşıyor, hatta sahip olduğu
yetkilerini işini bilir bir şekilde kendine yontabiliyor. Diğer
kesim de kendini torpilciliğin, rüşvetçiliğin,
dolandırıcılığın, hırsızlığın, karaborsacılığın,
kaçakçılığın ve terörün kucağında buluyor. Ayrıca,
yasalar Mantığın dışına sapıyor, gelir dağılımı
dengesizleşiyor ve toplumda nüfus artışı kontrol dışına
çıkabiliyor. Sonuç; önümüzde cennet gibi
duran yeryüzünde cehennem hayatı yaşamak. Aslında
insan zekası iki çeşittir. Birincisi, taktik zeka, ikincisi
ise stratejik zekadır. Birinin noksanlığı bir başarısızlığın
sebebi olabilir. Taktik zekanın noksanlığı pratik çözümlerde
beceriksizlik yaratır. Stratejik zekanın noksanlığı kişiyi
şeytanın kölesi yapar. Buna göre, şimdi şu gelinen
noktada görüyoruz ki; insanoğlunun şu ana kadar gelişe,
gelişe gelip karşı karşıya kaldığı en büyük tehlikesi
seçilmişlerin aşırı pervasızlığıdır. Bunların yeryüzünü
tamamen sahipsiz zannedip, onu sanki babalarının özel mülkü
gibi kabul edip istedikleri yönde biçimlendirmeye, istedikleri
tahribatı yapmaya, istemedikleri toplumları yok etmeye yetkili
Tanrı’lar gibi hareket etme eğilimi içinde oldukları
görülmektedir. Zira, aşırıya kaçmış yetkiye sahip
kişiler şımarmaya elverişli hale gelebilirler. Böyle kişiler
kendilerini dev aynasında görebilecekleri için büyük
hatalar yapmaya da elverişli olurlar. Halbuki, dünya
kesinlikle sahipsiz değildir. O beyinsizlerin bilmediği bir şey
var; fark edilmesi kolay olmasa da, bu yeryüzünün temel bir
anayasasının da var olduğu. Bu anayasayı yok
sayanların kendileri de, gelmişleri de hep pislik içinde
kalacaklardır. Zira, hiç kimse şeytandan
daha zeki olamaz, özellikle şeytani yönden.
İ
L E T İ Ş İ M
Mantık ve
iletişim fasit bir daire gibi birbirlerini etkilerler. Biri diğerine
her zaman destek olabilir. Dolaysı ile bu konunun da ciddiyetle
ele alınarak en uygun iletişim şeklinin de ortaya
çıkarılması gerekir. Ancak böylelikle fertlerin, kişilerin
beyin gücünden azami yarar sağlanabilir. Zira güzel iletişim
güzel bir hayatı getirir beraberinde.
Telefonun bize ne kadar büyük kolaylıklar sağladığını hepimiz çok
iyi biliriz. Ahizeyi kaldırdığımızda hemen, hemen herkese
yakınlaşmış oluruz. Tabii bunun yanında radyo, gazete,
kitap, dergi ve televizyon gibi araçlar da bir ölçüde
bizleri birilerine yakınlaştırır. Ulaşım sistemleri de öyle;
bir yere gitmek istediğinizde bir şeye binip gidersiniz, bir
şekilde mesafeler kısalıverir. Ama hepsinden de önemlisi;
bizi birbirimize iyice yaklaştıran, bizi birbirimizle iç içe
yapan
karşılıklı konuştuğumuz dildir.
Dolaysı ile, kaynaşmada, gelişmede
iletişimin etkisi ve
önemi çok büyüktür.
Boş bir bardağı
akan bir çeşmenin altına tutalım. Bardak su ile dolacaktır.
Burada görüleceği
üzere borularda mevcut olan suyun bir kısmı bardağın içine
aktarılmıştır. Canlı bir iletişimde de ayni şeyi görürüz. Bir canlının
bilincindeki sevgi, bilgi, teklif, istek, temenni veya
tehdit niteliğindeki belirtilerin diğer bir canlının
bilincine aktarıldığını görüyoruz. Biri vermiştir, diğeri
de almıştır.
İletişim;
sahip olunan ortak dil ile sağlanır. Bir köpek bir insanın
konuşmalarından hiçbir şey anlamaz, ama bir yere kadar sınırlı
da olsa aralarında ortak bir dil mevcuttur. Köpeğe hoşt
dendiğinde kovalandığını anlar, sevgi ifadeleri ile
karşılaştığında da sevildiğini anlar. Bir teyp cihazı
ile bir görüntü cihazı arasında da yalnızca ses bazında
bir ortaklık vardır. Teyp cihazı karşı tarafın yalnızca
sesini kayıt edebilir. Canlılar arasındaki algılayabilme
farklılıkları da böyledir. Canlı gelişmiştir veya gelişmemiştir.
Tıpkı bilgisayar gibi son sistemdir veya eski tiptir. Yalnızca
kayıt etmeye muktedir olduğu verileri kaydedebilir.
Dolaysı ile, iletişim olayı tamamen algılayıcının algılayabilme
yetenekleri ile sınırlıdır. Çok şey bilenle az şey bilen
arasında kurulabilecek iletişim, az şey bilenin kapasitesi
ile sınırlıdır.
Bir canlının
algılayabildiği şeyler yalnızca iletişim ile sınırlı değildir.
Direkt veya dolaylı olarak
maddesel yapı ile de bağlantı içerisindedir. Dolaysı ile,
canlı her türlü doğal yapı ve
bunların özelliklerinden de çeşitli açıklayıcı
bilgiler toplar. Bunun sonucu olarak bir iletişimden
söz edebilmek için algılama ile birlikte bir canlılığın
da ortaya konmuş veya teşhis edilmiş
olması gerekir. Eğer algılayıcıya gelen bilgi, açıklama,
teklif, istek veya tehdit niteliğindeki
belirtilerin bilinçten yoksun olduğu tescil edilmiş
ise artık ortada canlı bir iletişim kalmamış
demektir. Belirtiler bir algılayıcı için ne kadar -
Bir ifade veriyor - hüviyeti taşıyor ise o algılayıcı o ölçüde
bir bilinç ile iletişim içerisinde bulunduğunun gerçeğine
ulaşık sayar kendini.
Müteahhit inşaat
yaptırıyor. Başta kurban kesmemiş, inancı yok öyle şeye.
Bir gün inşaattan düşmüş, ayağı kırılmış. Bunun üzerine
çevreden baskı gelmiş; ona , kurban kesmen
gerek demişler. Müteahhit gene direnmiş, gene kesmemiş.
Çok geçmeden müteahhidin oğlu da
inşaattan düşmüş, onun da bir tarafları incinmiş.
Bunun üzerine müteahhit korkmuş ve tez elden bir kurban alıp
kesmiş. Görülecegi üzere burada algılayıcı canlı bir
tehdit gerçeğine ulaşık
saymıştır kendini.
Bir iletişim
tesis edileceği zaman öncelikle uygun ve gerekli ifade şekli
aranır. Dolaysı ile, ifade
oluşturmak iletişim kurmanın temel taşını teşkil eder.
Ifade; bir canlının bilincindeki
herhangi bir bilgi veya arzunun okunabilir hale
getirilmesi demektir. Bir şeyi ifade etmek bir yaratıcılık
olayıdır. Dolaysı ile, en basitinden en karmaşasına kadar
ifade tarzları çok çeşitlilik
arz ederler. Bu çeşitlilik karşısında iletişimi
pratikleştirmek amacı ile insan oğlu ifade biçimlerini
belirli kalıplar içine sokmuştur. Böylece, konuşma lisanı
ortaya çıkmıştır. Böyle bir iletişim sisteminde genel
olarak ifadenin şekli önceden tayin ve tespit edilmiştir. İnsandaki
sebep arama ve gözlemcilik
özelliği çare aramada hep daha iyisini, daha pratik ve kolayını
yakalama çabası onu
böyle daha müşahhas, daha ayırıcı diller türetmeye götürmüştür.
Ama buna rağmen konuşma lisanı ile yerli yerine oturmuş, tam
bir iletişim sağlanamaz her zaman. İfade üretmede mükemmeli
yakalayabilmek için insanoğlu zaman, zaman yardımcı araçlara
da başvurur. El, kol hareketleri
yapar. Kaşı, gözü yüz hatlarını devreye sokar,
benzetmeler yapar ve ifadeyi tamamlar. Bazen doğa olaylarını
taklit ederek ifade üretir. Böylece, iletişim biçiminde iki
tür lisan çıkmaktadır karşımıza. Biri konuşma lisanı,
diğeri ise mesaj lisanıdır
İFADENİN ORTAYA ÇIKIŞI VE ALGILANMASI
Bir ifadenin ortaya çıkıp kendini göstermesi çeşitli
şekillerde zuhur eder. İfade vardır, çok
açıktır; tam bir ifade hüviyeti taşımaktadır. İfade
vardır, üstü kapalıdır, gizemlidir; tam
tamamlanmamış bir ifade hüviyeti taşımaktadır. Algılanan
herhangi bir belirtinin - Bir ifade veriyor - hüviyeti taşıyabilmesi
için onun bir bilinç marifeti ile türetilmiş olması
gerekir. Şayet işin içinde bir bilinç olmadığı kesinlik
kazanmış ise belirtiler birer doğal sonuç olarak
değerlendiriliyor demektir. Belirtilerin bir bilinç
marifeti ile türetilmiş olduğu ortada ise bir ihtimal bir
ifade ile karşı karşıyayız demektir. Bir bilinçten gelen
bu ifade çok açık ve rahatlıkla deşifre edilebiliyor ise bu
ifade tam tamamlanmış bir hüviyete sahip demektir. Şayet, işin
içinde bir bilinç
marifetinin varlığı tam kesinlik kazanmamış veya belirtiler
tam deşifre edilemiyor ise bir mesaj ile karşı karşıyayız
demektir.
İfade
belirtilerini çeşitli gözlemler ortaya çıkarır, bir şekil
veya sembol ile karşılaşılmıştır; şekil, daha önce karşılaşılmış
olan diğer bir şeyi anımsatmaktadır. Bu anımsatma ile şekil,
bir ifade için
malzeme olarak kullanılıyor olabilir. Bir şey periyodik
olarak tekrar etmektedir; örneğin, gece karanlığında uzakta
bir ışık periyodik aralıklarla yanıp sönmektedir veya bir
kapı belirli arlıklarla vurulmaktadır. Kişi her sabah uyandığında
yastığının altında bir altın buluyor. Bu
ve buna benzer bütün periyodik tekrarlar algılayıcı
tarafından birer ifade niteliğine dönüşebilirler. Ayni şekilde,
karayolunda seyreden araç sürücüleri de niyetlerini bu tür
periyodik tekrarlarla yansıtırlar. Bazı hallerde periyodun şekli
ifadenin şeklini de tayin eder. Örneğin, bir kapıyı tak,
tak, tak, tak diye çaldığımızda ayrı; tık, tık, tık
diye çaldığımızda ayrı bir ifade vermiş oluruz.
Bir algılayıcı
için ilk defa karşılaşılan bir ifadenin ayrı bir önemi
vardır. Zira, o ifadenin önceden tanınmışlığı olmadığından
onun deşifresi de gerekecektir. Bundan böyle söz konusu ifade
algılayıcıyı ilgilendiriyor mu, ifade haber niteliğinde mi,
istek veya tehdit içeriyor mu ? Gibi sorgular da gündeme gelmiş
demektir. Eğer, olgu ifade niteliği taşımıyor ise olgunun
ciddiye alınması veya alınmaması algılayıcının
yalnızca ilgisi ile sınırlı kalır. Bu andan itibaren
duyulan ilgi ve ortaya çıkan problem ölçüsünde çare
arama, belki de sebep arama faaliyeti de başlamış demektir.
Buna rağmen, bazen temelinde hiçbir canlılık olmasa da sanki
bir canlı tarafından üretilmiş gibi algılanabilecek olguların
da var olabileceklerini düşünmek gerekir. Çünkü, herhangi
bir şeye veya olguya yüzde yüz cansızlık damgası vurmak
pek de o kadar kolay
değildir. Canlının şuuru, bilinci o kadar da güçlü değildir,
zayıf bir yapıya sahiptir. Ufak bir alamet ile kuşku içine düşülebilir.
Örneğin; bazı kimseler ilk göz ağrısı otomobillerini
satmaya çekinirler. Çünkü o otomobil uzun yıllar
kendilerine hizmet vermiştir, sanki ailenin canlı bir
ferdi olmuştur. Çekiç ile çivi çakan kişi parmağını
yaralayınca çekice olmadık küfürler yağdırır, sanki ona
acı verecekmiş gibi onu yerden yere vurur. Bunun gibi, bir
yanardağ patlamasında da
ortaya çıkan gümbürtülü sesler, akan kızgın
lavlar ürkütücü, tehdit edici bir ifadeye dönüşebilir.
Halbuki, gerçek bir ifade gerçek bir canlı tarafından üretilir.
Oysa burada olgunun geldiği yere
canlılık yakıştırması yapılmıştır algılayıcı
tarafından.
Bir bebek doğar doğmaz ilk önce ağrılarla, sızılarla tanışır ve
bunların doğal sonucu olarak
ağlar. Daha sonra acıkma ile tanışır. Daha sonra beslenme
ve boşaltma ile birlikte haz alma duygusu ile de tanışır. Bu
arada anne, baba ile de yavaş, yavaş iletişim başlamıştır.
Bebeğe bakan kişi
onu okşayarak sevmektedir; ona karşı yumuşak sesler çıkararak
- Hepsi geçecek - mesajlarını
vermektedir.
Yahut da, sert, şiddetli sesler çıkararak tehdit mesajlarını göndermektedir. Bu suretle bebek mesaj dilini de yavaş,
yavaş öğrenmektedir. Yaş ilerledikçe hangi tepkinin karşısına
çıkabileceğini öğrenmeye başlamıştır. Ebeveynlerin ve
diğer kişilerin değişmez, doğal özelliklerinden, duruma göre;
ya korkuyordur, çekiniyordur veya onların
düşkünlüklerini, zaaflarını kendi lehine
kullanmaktadır. Yani bir şekilde mücadele de başlamıştır,
alışveriş de. Böyle, böyle onda ifade yaratma hüneri de bu
arada gelişmektedir. Normal konuşma lisanı ile iletişim
kurmaya çabaladığı gibi karşı tarafın korkularını,
zaaflarını, arzularını, alışkanlıklarını harekete geçirebilmek
veya frenleyebilmek için etkili mesajlar üretme çabası
içine de artık girilmiştir.
Bir canlı,
ifade yaratacağı zaman hemen elinin altındaki olanaklardan
yararlanmaya çalışır.
Bunun için doğal ve fiziksel yapı onun en büyük yardımcısıdır.
Zaten, canlı yapı ifade yaratmada doğadan çok şey öğrenmiştir. Genelde onun gösterdiği
sembolleri kullanmıştır. Özetleyecek olursak bir canlı için
ifade niteliği taşıyan bir olgunun temelinde ya bir ses, ya
bir ışık, ya bir şekil, ya bir hareket veya olağan üstü
bir tesadüf, bir değişim vardır. Bunlardan biri
veya bir kaçı bir arada bir ifadenin ortaya çıkmasına
neden olabilir. Bunlar basit gibi görülse de
bir şekilde doğanın dilini yansıtırlar.
Seslerin
kendi dili:
Ses ince
olabilir, kalın olabilir. Bir kapının gıcırdaması, bir
tenekenin rüzgardan
sallanması, kayalıklar arasından akan ince bir suyun
şırıltısı gibi ince sesleri hepimiz tanırız.
Bunlar genel olarak küçüklük, zayıflık işareti
olarak nitelendirilir. Bazen de dişiliği çağrıştırır. Çığlık
atacağımız zaman bu tip bir sesi kullanırız. Zayıflık
hisseden, yardım dileyen hayvanlar
da bu tür ince sesleri kullanırlar. İnsanın konuşma
lisanında da inceltilmiş bir ses saldırmazlık, saygı işareti
verir, gönül alarak ikna etmede kullanılır.
Kalın ses ise
bunun tersine bir güçlülük, büyüklük işareti olarak
nitelendirilir. Bir kayanın yüksek bir yerden düşerek
yuvarlanması, bir volkanın patlaması, bir gök gürlemesi kalın
sesleri sembolize eder. Genelde açıkça saldırıya geçen
hayvanlar böyle kalın sesleri kullanırlar.
Konuşma lisanında kalınlaştırılmış bir ses genel
olarak emir mahiyetindeki iletişimlerde
kullanılır. Kalın ses ayni zamanda bir erkekliği de
çağrıştırır. Doğanın yapısı, doğanın dili bir canlıda
bu şekilde nakışlanmıştır. Bunlara aykırı bir şekilde
iletişim tarzı yaratmaya kalkışmak
doğanın yapısına aykırı düşer.
Sesin şiddetli
olup olmaması da doğada bir anlam türetir. Ses çok şiddetlidir,
ürkütücülüğü fazla olur. Yahut şiddeti zayıftır,
fark edilebilmesi için özel bir dikkat gerekebilir. Böyle
zar, zor duyulabilen bir ses bir küçüklük veya zayıflığın
işareti sayılabildiği gibi içten içe homurdanan bir kızgınlığın
belirtisi veya bir sinsiliğin işareti de olabilir. Pervasızca
çıkartılan bağırtılı, gürültülü bir ses ise bir
korkmuyorluğun, bir taşkınlaşmışlığın, iddialı bir
ifadenin, bir meydan
okumanın, güçlü bir inanmışlığın işaretlerini verir.
Ses; onu üreten
kaynağın cinsine göre de farklılıklar arz eder. Tahta başka
ses çıkarır, taş başka,
toprak başka, her maden kendine has başka ses çıkarır.
Farklılıklar arz eden bu kaynaklar bir arada sesler ürettikleri
zaman bir canlılığın mevcudiyetini çağrıştırır. Canlı
bu özelliği kullanarak çeşitli malzemeleri bir armoni aracı
olarak değerlendirmektedir. Ayni anda inceliğine, kalınlığına
ve şiddetine de hükmederek canlılığı sanat ile sembolize
eder ve pekiştirmeye çalışır.
İfade ve
ışık:
Ses gibi ışık
da bir teşhis aracıdır. Ama bunun da bir iletişim aracı
olarak kullanılabildiğine zaman, zaman müşahede etmekteyiz.
Işık; renkleri ortaya çıkarır, parlak
olabilir, zayıf olabilir. Mat, koyu renkler çoğunlukla
kararlılığı, ciddiyeti simgeler. Bunun yanında örtbas edici, gizleyici, dikkat kovalayıcı olarak
da kullanılır. Açık renkler ise boşvermişliği, umursamazlığı
simgeler. Ama bunun yanında dikkat çekmek için en fazla açık
renklere başvurulur. Siyah renk acılı günlerde bir ifade
olarak kullanılmaktadır. Bazen bir uğursuzluğun ifadesidir. Gelinlikte ise beyaz renk
tercih edilmiştir. Sarı renk bir ünlem işareti
gibidir; dikkat anlamını çağrıştırır. Kırmızı
renk canlılığın, özellikle tehlikeli bir canlılığın,
bazen bir meydan
okumanın işareti olarak da algılanabilir. Mavi renk dostluğu
çağrıştırır. Yeşil renk anlaşmayı, barışı çağrıştırır.
Mamafih renklerin bu temel yapıları pek fazla bir kesinlik içermez.
Ama renklerin bir araya gelmiş olması ve bir uyum
meydana getirmiş olması, seste olduğu gibi
canlılığın ortaya çıkmasında önemli bir işaret
sayılır.
İfade ve şekil:
Bir cisim iridir
veya ufaktır. İrilik ürkütücülüğü çağrıştırır.
Cisim şekil itibarı ile olağan
görünüştedir veya ilgi çekici bir yapısı vardır.
Düzgün hatlar bir canlılığı simgeler. Bir yaprakta
görülen düzgün şekiller onda bir canlılığın varlığını
çağrıştırır. İri baş heybetin bir simgesi olarak algılanır.
Şekilde incelik, uyumluluk zerafetin simgesi olarak algılanır.
Kadınları sıfatlandırırken de buna benzer bir çaba sarf
edilir. Ona müdür denmez, müdire denir. Bazı dillerde kadın,
erkek tamlamalarında bariz farklılıklar meydana getirilmiştir.
İfade ve
hareket:
Hareket
halindeki bir cisim ya başıboştur veya kontrolludur. Hareket
kontrollu bir şekilde başlatılmış
ise veya daha sonra kontrol altına alınmış ise işin içinde
bir bilinç, bir canlılık var demektir. Hareketin yönünde
veya hızında ortaya çıkan olağan dışı bir değişim
ortada bir kontrol
mekanizmasının varlığını çağrıştırır, dolaysı ile
bir canlılık algılanır. Gece gökyüzünde
kayan bir yıldız düzgün bir hat çizer. Hareketin olağan,
doğal bir yapısı vardır. Olağan dışı bir hareket veya yön
değişikliği izlendiğinde ise bize bilinçli bir kontrolun
varlığını çağrıştırır. Hızlı
hareket ürkütücüdür, ama ayni zamanda cesaret içeren
bir gücün simgesi olduğu için heyecan vericidir, hayranlık
uyandırır.
Canlı varlık
yukarıda sıralanan bu verilerden yola çıkar, onları dayanak
yaparak ifadeyi salar ve iletişimi tesis eder. Tıpkı yükselmek
için merdiven kullandığı gibi, çivi çakmak için çekiç
kullandığı gibi veya bir nehri geçmek için köprüden
istifade ettiği gibi. Yüksek ses kullanır; kızgınlık
ifadesi üretir. Siyah rengi dayanak yapar yas ifadesi verir. İçgüdüler
de zaman, zaman dayanak yapılarak ifade üretilebilir. Uzun zaman
biribirlerini görmemiş iki dostun sarmaş dolaş
olmuş bir şekilde öpüşüp koklaştıklarını görürüz.
Bir annenin çocuğunu severken onu mıncıkladığını, peş
peşe öptüğünü görürüz. Ama bütün bunların birer
cinsel arzu ifadesi olmadığını
da biliriz. Ayni şekilde hakaret olmak üzere anlamlı el kol
hareketleri de yapılabilir.
Bunlarla cinsel taciz ifadesi üretilmiş olsa da burada
ana hedef karşı tarafa güçlü bir hakaret ifadesini ortaya
çıkarabilmektir.
Görüleceği
üzere bir ifadenin ortaya çıkarılmasında çok büyük bir
çaba sarf edilmektedir. Ama bunun bir ifade olup olmadığına
hükmetmek, içerdiği anlam hakkında yorum yapmak
tamamen onu algılayana aittir. Bir olgu gerçekten bir
ifade niteliği taşıyabilir, ama algılayıcının
nazarında o bir ifade sayılmayabilir de. Hiçbir ifade
niteliği taşımayan olgular da bazen algılayıcının nazarında bir ifade olarak
nitelendirilebilir. Zira, her canlının kendine özgü bir
algılama biçimi, ayrı bir algılama kapasitesi vardır.
Aslında bir olgunun ifade hüviyeti
taşıyabilmesi için öncelikle olguda bir canlılık teşhisinin
saptanmış olması gerekir. Şayet olguda
canlılık yok ise algılanan şey ya tanınmıştır
veya tanınmamıştır. Tanınmış ise zaten gereği
yapılacaktır, ama tanınmamış ise algılayıcı onu
teşhis etmeye, tanımaya çalışacak tabii ki. Bazı hallerde algılayıcı olguyu tanımaya değer
bulmayabilir ve tanımaya çalışmayabilir. Bazen de
algılayıcı bir şeyi algılayamamış olmayı kendine
yediremiyebilir, ona bir şekilde kolay çözüm veya açıklama
getirebilir. Bu gibi hallerde çoğu kez yanlış yorum veya
hayali sonuç ve inançlara
götürür onu. Şayet olguda canlılık belirtileri
sezilebiliyor ise söz konusu olgu ifade niteliği
taşımaya başlamış demektir. Bunun ardından ifadenin
yorumu gündeme gelmiş demektir.
Bundan böyle kişinin dikkati ifadeyi doğrulayıcı
veya açıklayıcı diğer verilere duyarlı hale
gelmiş demektir.
M E S A J
D İ L İ
Tam tamamlanmamış
veya gizemlilik içeren, üstü kapalı her ifade algılayan için
bir mesajdır.
Gelen ifadede canlılık emareleri tam açık olmayabilir. Böyle
durumdaki bir ifadenin mesaj niteliği vardır. Yahut, algılayıcı ifadeyi
tam deşifre edememiştir. Böyle durumdaki bir ifadenin de algılayıcının
nezdinde mesaj niteliği vardır. Veyahut da ifadenin içinde gözle
görülür bir
gizemlilik vardır, kişiye özeldir dolaysı ile, mesaj olduğu
açıkça bellidir.
Görüleceği üzere
mesaj dili bir nevi üstü kapalı bir iletişim aracıdır. Bu
tür bir iletişimde
doğallık ön plana çıkmıştır. Kural bağımlılığı
olmadığından bütün canlıların ortak lisanı olacak kadar
geniş kapsamlıdır. Zaten, aslına bakılırsa sadece konuşma
lisanı ile doğru dürüst bir
iletişim tesis edebilmek, her zaman tam açıklayıcı
ifadeler ortaya çıkarmak pek kolay değildir. Bu
yüzden canlının en gelişmişi dahi sık, sık mesajlı
bir iletişime başvurmak zorunda kalır. Öyle ki;
bu şekilde ortaya konan iletişim ile canlının sadece
bilinç düzeyinde kalınmaz, ayni zamanda
bilinç altına da uzanılmaktadır. Yani iletişim,
mesaj hali ile bilinç altılar arasında da tesis
edilmektedir. Dolaysı ile, verilmekte olan mesajları
kontrol altında tutabilmek bakımından, kontrol dışına çıkmış,
başıboş mesajları dizginleyebilmek bakımından bilinç altını
çok iyi tanımak
ve ona çok iyi hakim olmak gerekecektir.
Kuşlar ürünleri
yemesin diye tarlaya bir korkuluk koyun. O korkuluk ilk anda kuşlar
için bir mesaj türetmektedir.
Zira ortada henüz tamamlanmamış, mesaj olmaktan öteye
gitmemiş bir ifade vardır. Çünkü korkuluk hareket
etmemektedir, dolaysı ile, korkuluğun canlılığı tam olarak
tescil edilmemektedir. Tam tersine kuşlar oradan gelip
geçtikçe korkuluğun cansızlığı tamamen ortaya çıkacak, belirti ifade hüviyetini yitirecektir. Şayet
korkuluk yerine bekçi kullanılsaydı
kısa sürede canlılık teşhis edilecek ve belirtiler
mesaj olmaktan öteye, açık bir ifade şekline
dönüşecekti. Her iki şekilde de mesajin ömrü kısa
sürmüş olacaktır. Çünkü sonuçta algılanan
şeylerin ne olduğu tam olarak ortaya çıkmıştır.
Ama her mesaj bu kadar çabuk açığa kavuşmaz. Gizemlilik,
anlaşılmazlık uzun süre devam edebilir. Zira, bazı canlılıklar
açık veya besbelli
değildir. Bir trafik levhası ile karşılaşıldığı
zaman onun bir ifade verdiğini hemen anlarız, onun
temelinde bir canlılığın varlığını hemen fark
ederiz. Besbelli ki; o levhayı oraya birileri dikmiş,
bize bir ifade aktarımı sağlanmış. Buna mümasil, güzel
bir çiçege bakıldığında da onda bir canlılığın varlığını
yorumlayabiliriz. Ama, onun canlılığı besbelli değildir. Hiçbir
zaman da besbelli
olmaz. Cansızdır desek, bu şekiller, bu estetik nereden çıkmış
deriz. Canlıdır dersek -
canlı kişi nerede - sorusu dikilir karşımıza. Dolaysı
ile, çiçekteki ifadenin mesaj yönü kalıcıdır. Ama, şurası
da bir gerçektir; söz konusu çiçek her ne kadar bir
gizemlilik içeriyor ise de gizemi hakkındaki merak uyandırıcılığı
da ancak bir yere kadar sürer. Bir zaman sonra söz konusu olgu
bildik, tanıdık hale gelmeye başlar, önemsiz bir mesaj
haline dönüşür.
İfade vardır;
ilgili algılayıcı tarafından yorumsuz olarak, önceden
bilinen şekli ile algılanır.
Yani, bildik bir ifadeden hep ayni anlam çıkarılır. Ekmek
kelimesinin anlamı herkesçe tescillidir. Burada tek bir kelime
ile bir şeyin tarifi yapılmış ve hakkındaki tüm lüzumlu
bilgiler su yüzüne çıkarılmıştır. Bu türde bir iletişim
konuşma lisanının temelini oluşturur. Mesaj dilinde
ise tam bir kesinlik yoktur. İstedikten sonra lastik
gibi her yöne çekilebilir. Bu bakımdan
yapılmış olan yorumun niteliğine göre mesajlar bir
anlam kazanırlar. Tabii, mesajın içinde yatan gizemlilik de
deşifre edilmek durumundadır. Gösterilen çaba ile mesajı üreten
ya kendi doğal yapısını gizlemeye çalışmış da tam
becerememiştir, dolaysı ile kendi bir yönünü iste istemez
açığa çıkarmıştır. Veya kendi doğal yapısını
sanki gizlemeye çalışmış da becerememişmiş mesajı
vermektedir. Bir ifadede ana niyet gizli tutularak da ifade
gizemli hale gelir, ifade ederkenki beceriksizlikle de gizemli
hale gelir. Gizemlilik tam olarak ifadenin algılanması yapılırken
ortaya çıkar. Tabii burada, algılayıcının deşifre
edebilme yeteneği de şekillendirmede ayrıca rol alır.
Gizemlilik, üstü
kapalılık bir ifadeye çifte açıklayıcılık getirilerek
elde edilir. Sizi gördüğü
yerde yere tüküren bir kişi yaptığı doğal eylemden ayrı
olarak sanki size bir ifade iletiyor gibidir. Ama bunun
hesabını ondan direk olarak soramazsınız. Zira,
ortada tam tamamlanmış bir ifade yoktur. Kişi direkt olarak yüzünüze
değil de yere tükürmüştür. Haliyle bu
durumda ona karşı ayni dili, mesaj dilini kullanmak
gerekecektir. Zaten böyle üstü kapalı
ifadeleri yorumlarken yanılgıya girip yanlışların içine
düşme olasılığı da vardır. Dolaysı ile, mesaj dilini
kullanırken iyi bir yorumcu olmak gerekir. İyi bir yorumcu
olmak için iyi bir gözlemci olmak gerekir. Çünkü iyi bir gözlemci
bazı şeylerin doğasına daha kolay vakıf olur, ifadelerin
yorumlanmasında daha az yanılgıya düşer. Doğayı tanımak,
her şeyin doğasına vakıf olmak mesaj dili açısından ayrı
bir önem arz eder. Zira, canlı ayni zamanda doğanın bir parçasıdır,
ve ancak onu dayanak yaparak canlılığını ayakta tutabilir,
ve dolaysı ile, ona
bağımlıdır. Bu bağımlılık onu bazı açılardan
makineleşmiş bir duruma sokar. Ondaki bu motorlaşmış, sabit
özellikler bir yerde onun temel yapılarını, hatta kişiliğini
de ortaya koyar. Kişi
doğal olarak doğacaktır, beslenecektir, yaşayacaktır
ve ölecektir. Bunun yanında o kişi kıskanç da
olabilir, hoş görülü de. Saldırgan da olabilir, uzlaşmacı
da. Meraklı da olabilir, ilgisiz de. Bu ve
buna benzer tüm özellikler, tüm doğal yapılar mesaj
dili için birer iletişim aracı olarak kullanılırlar. Dolaysı
ile, bir algılayıcı için her türlü belirti bir mesaj hüviyetine
dönüşebilir veya mesaj
diline malzeme yapılabilir. Ama, bu belirtiler yalnızca doğadan
da gelebilir, başka bir canlıdan da gelebilir, hatta
kendisinden de gelebilir. Yalnızca kalçaları çok güzel olan
çirkin bir kadın
hep dar pantolon giyer. Bununla kişi - ben de güzelim - mesajını
hem çevreye, hem de kendine
vermeye çalışır.
Doğal yapıda
algılayıcıya olağan dışı gelen her şey bir mesaj
verebilir. Ama aslında, doğal
yapı bir kaynağın nitelik, nicelik ve muhteva belirtilerini
yansıtır yalnızca. Ama, bunlar bir
mesaj olarak algılandıklarında tıpkı canlı iletişimde
olduğu gibi bir canlıyı harekete geçirebilir,
onda bir bilginin veya inancın teşekkül etmesine neden
olabilir. Onda bir arzu, bir sevgi, bir
korku, bir saygı yaratabilir; acıma hissini harekete geçirebilir,
sıkıntı yaratabilir. Onu tahrik edebilir; öfkelendirebilir, kızdırabilir,
dengesini bozabilir. Aslında, insanoğlu bu tür mesajlardan
kaçmaya, kurtulmaya da çalışmıştır. Özellikle
bilimsel araştırma ve yaklaşımlarla böyle
mesajların temellerine, gerçeklere doğru açılmaya çalışmıştır.
Ama, bundan herkesin ayni
ölçüde nasiplenmesi mümkün değildir. Dolaysı ile,
doğal hadiseler bazen ilginç mesajlar üretebilirler. Üst üste gelen aksilikler kişiye uğursuzluk
mesajı verebilir; kişide uğurlu, uğursuz
günler, aylar, yıllar, sayılar türetebilir. Kişide
bir Tanrı şekillenmesi ortaya çıkarabilir. Öyle ki; kişi
ona hayali isimler verir, hayali icraatlar yakıştırır,
hayali vasıflandırmalar yapar. Özellikle bilimsel eğitimden ve bunun yanında bilime saygılı bir
din kültüründen de uzak kalmış kişilerde böyle hayali yakıştırmaların
daha kolay ortaya çıkacağı açıktır. Aslında sahte
mesajların gücü bir yere kadardır ama bu güce karşı
koymak pek de o kadar kolay değildir. Sık, sık tavla oyunu
oynayanlar iyi bilirler; bazen karşınızdaki oyuncu sanki
devreden çıkmış da tüm kumandayı
zarlar ele almış gibi gelir insana. Sanki zarlar kıs,
kıs gülüyor gibidir size. Karşı tarafa en uygun, size en
uygunsuz zarların peş peşe geldiğini görürsünüz. Böyle
bir durumda şanssız kişinin sinirleri tam tepesindedir. O an
kişi zarları çiğ, çiğ yiyecek durumdadır. Ama aslında
her zarda altı
rakam olduğuna göre her birinde birden altıya kadar her türlü
rakamın gelme olasılığı her
zaman vardır. Ama bunun yanında, bilmek durumundayız
ki; tesadüflerin gücü bir yere kadardır. Üst üste on defa,
yirmi defa güzel zar atmak pek mümkün olamaz. Bir yerde tesadüfler
terse geçecektir.
İnsan küçük
yaştan itibaren hem başkaları ile hem de kendi kendisi ile
mesajlı veya mesajsız
devamlı bir iletişim içerisinde olur. Kendine ait özelliklerinden
doğru veya yanlış bir kısmını
tanımıştır, diğer bir kısmını ise belki de hiç tanımamıştır.
Bunların içerisinden fiziksel
yapısı ile kişinin tanışık olması kolaydır. Zira
fiziksel yapıyı beş duyular açıkça ortaya koyarlar. Kel, kör,
topal olan bir kişi kendini bu vasıflardan kolayca
soyutlayamaz. Ama yine de, bayanlar
kendi yaşlarını veya bazı çirkin taraflarını görmemeyi
başarabilirler. Kişinin kendi ruhsal yapısı ile tanışık
olması ise bu kadar kolay olmaz. Zira bu özellikler daha zor
teşhis edilebilirler. Dolaysı
ile, tanınmama ihtimali veya baskı altında kalma olasılığı
daha yüksektir. Korkaklık,
cesaret, menfaatperestlik, fedailik, kalleşlik, mertlik,
sapıklık gibi kişi özellikleri belki
abartılabilir veya hiç tanınmamış olabilirler. Zaten
gerek ruhsal, gerekse şuursal yapı özellikleri adeta bir
lastik gibidir; ne yana çekersen o yana giderler. Bir sürükleyici
lider bir topluma - üstün
ırksın - mesajı vererek ona hayali belirli bir vasıf
kazandırabilmektedir. Şuursal yapının
tanınmasında da buna benzer yaklaşımlar görülebilir.
Kişi belirli bir çevreye sahiptir; çevresi ile bağ kurduğu
ortak yanları vardır. Belirli bir geçmişi, tecrübeleri vardır.
Onda beş duyuların hakimiyeti
yüksektir veya kişi Mantık dışına kayıktır. Gelişigüzel,
dağınık hedeflere sahiptir veya birbirlerine bağlı,
zincirleşmiş hedeflerin peşindedir. Kontrol altında
tutabildiği, faydalandığı
veya esiri olduğu çeşitli alışkanlıkları vardır.
kişi irade sahibidir veya zaaf sahibidir. Bütün bu
özellikler kişinin şuursal yapısını teşkil
ederler. Bu özelliklerin de belirtileri ruhsal yapıda olduğu
gibi daha gizemli olabildikleri veya daha fazla yoruma muhtaç
olabildikleri için bir şekilde
mesaj haline dönüşebilirler. Nasıl ki yanardağ
patlamasında tehdit edici bir mesaj alınabiliyor ise
bir kişi kendini bir ilah gibi de görebilir veya değersiz
biri gibi de görebilir. Hele bir de çok yağcı kişiler etrafını
çevrelemiş ise kişinin ilahlığı iyice tescillenmiş olur.
Artık kişi Allahçılık oyunu
oynamaya hazırdır. Kişi kral ise secde etmeyenler çok
büyük günahkardırlar. Polis ise her
tutukluya kesin suçlu gözü ile bakar ve ona göre
muamele yapar. Hakim ise sanığı hiç konuşturmaz, o kararını
önceden vermiştir. Asker veya müdür ise maiyetinden kral
muamelesi bekler. Öğretmen ise onun gözünde öğrenciler
tembel, işe yaramaz, değersiz birer yaratıktır.Tabii
bütün bunlar algılanan mesajlarda yanlış teşhis
veya yanlış yorumlardan kaynaklanırlar. Bazı
hallerde ruhsal arzular ile bedensel arzular
biribirlerine karışabilirler. Acıkma hissi sigara içme
arzusu ile tatmin edilebilir. Bu bakımdan bir kimsenin
kendi kendini tanıyış biçimi mesaj yorumunda yanlış sonuçlara gelmemek bakımından çok büyük
önem arz eder. Şuurun bilinç
düzeyinde şekillenmiş olan kendi biçimi yanlış da
olsa, doğru da olsa fark etmez; kişinin o
şekildeki biçim doğrultusunda yönleneceği de açıktır.
Bir kişi esasta çok korkak olabilir. Ama, o kişi bunun tam tersi çok cesur olduğuna inanıyor ise bir
şekilde haklılık payının olacağını kabul
etmek gerekir. Zira, o kişi cesur olduğunu kanıtlayıcı
biçimde kendini yönlendirmiş, hayali de olsa bir yönde güç
sarf ediliyor demektir. Ama, yine de o kişide bir dengesizliğin
mevcudiyeti söz
konusudur. Zira, bu kişi ne de olsa zaman, zaman belki
kendisinin de göremeyeceği korkak
davranışlar sergileyebilecektir. Dolaysi ile, kişinin
görmüş olduğu eğitim, görgü, yetişme tarzı
ve çevresi
onda kökleşmiş bazı arzuların, alışkanlıkların, inançların
teşekkülünde önemli birer
etken olurlar. Kişinin kendini teşhiste veya diğer algılamalarda
gelen uyarıların ancak bu
teşekküllerin süzgecinden geçerek bilinç düzeyine
çıkabileceği açıktır. Tabii, işin içine fiziksel yapı
ve ruhsal yapısı da girdiğinde mesajların teşhisi, algılanması
ve deşifresi daha da karmaşık hale gelebilir. Dahası; kişi
kendini teşhis ederken bazı yönlerini başkalarından gizleme
ihtiyacı da duyabilir.
Böyle bir durumda kişinin kendini gizlenmiş hali ile kanıtlamak
çabasında olacağı açıktır.
Gerçi gizleyebilmek de ayrı bir hüner ister. Böyle bir durum
çeşitli karakterlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlar.
Gizlenmeyi pek sevmeyenlerin başkalarının aleyhte malzeme
olarak kullanabileceği
tüm zaaf ve zayıf tarafları meydandadır. Bunlar genelde
yasak, ayıp ve günahlara
resti çekmiş gibidirler. Kurnaz olma çabası içinde
olanlar da gizleyebildiği ölçüde kendini dış
dünyadan gizler ama kendilerini kendilerinden
gizleyemezler. Mertliğin hiç dert edilmediği
yapıya sahip kişiler de vardır. Bu tiplerde zayıf
taraflar, zaaflar tamamen gizlenmiştir; kişi başkalarına karşı çok farklı bir yapı
sergilemektedir, güçlü taraflarını aşırı derecede
abartmaktadır. Bazıları da kendini tanımakta çaba
sarf etmezler, cahil kalmakta ısrarcıdırlar. Bütün
bunlardan anlaşılacağı üzere insanın kendine ve başkalarına
karşı bilinçli olmasının
sağlıklı bir iletişim için ne kadar önemli olduğunu
ortaya çıkarması bakımından büyük önemi
vardır. Mesaj üretebilme ve algılama yeteneği bir
kimsede şuursal yapı ve bilinç seviyesinin
yüksekliğini gösterir. Bu yönde yüksek yeteneklere
sahip olabilmiş kişilerin sanatçı bir yapısı vardır
genelde. Yetenek bakımından fakir olan kişiler ise genelde
fanatik olmaya yatkındırlar. Mesaj; zaten bilinç altılar
arasında tesis edilmekte olan bir iletişim şeklidir. Bir ölçüde
başı boş, insanın
üst beninden müstakil olarak oluşmuş ifadelerdir. dolaysı
ile, bir insanın kendini, kendi
temel özelliklerini tanıyor olması veya olmaması ayrı
bir önem arz eder.
Bir algılayıcının
nazarında bütün varlıklar temelde bir mesaj üretirler; bütün
varlıklar - ben de varım - demektedirler. Ta ki; varlığın
veya olgunun cansızlığı ortaya çıkana kadar bu mesaj, üstü
kapalı bir şekilde canlılığını sürdürür. Peri bacaları
hakkında hiçbir bilgisi ve görmüşlüğü olmayan bir kişi
bunlarla ilk defa karşılaştığında onları bir esere bakar
gibi inceler. İlk anda o esere canlı birilerinin şekil verdiği
zannındadır. Görülen şeklin tesadüfen meydana
geldiğinin bilincine erildikten sonra algılanan şey
mesaj hüviyetini kaybeder. Bitkiler de - ben
de varım - mesajı verirler ama onlarda gizemlilik ve
mesaj hüviyeti kalıcıdır. Herhangi bir esere
baktığımızda da onun canlılığını kolay yakalarız.
Dolaysı ile, canlısı bir şekilde açığa çıkmış olacak
olan böyle eser yapılar mesaj değil de gerçek bir ifade üretirler.
O eseri yapan kişi - ben de
varım - ifadesini gerçek olarak kullanmıştır. Bir heykelin
görünüşü, bir binanın biçimi, bir alet edevatın maksadına uygun şekli veya çalışması, estetiği
olan bir resim veya müzik, işin içinde
veya temelinde bir canlının varlığını açıkça
ortaya koyar.
İlkel yaşamda iletişim pek fazla gelişik değildir. İletişim tesis
etmek için özel bir çaba
sarf edilmez. Burada yalnızca tabiatına uygun bazı
basit mesajlı iletişim şekillerine rastlanabilir. Bir yavru
annesinden yiyecek koparmak istediğinde ağzını açıp sabırsızca
yalvarma sesleri çıkarır.
Bir köpek de sahibinden yiyecek isterken ayni yalvarma
ifadelerini ortaya döker. Dilenci de ayni şeyi yapar. İlkel
yaşamda güç gösterisi de büyük önem taşır. Başı büyüterek
yüksekte tutmak bir güç ifadesidir. Bedeni irileştirmek de
öyle. Buna mukabil kaçmak döğüşmek için
zayıflığın kabulü anlamına gelir. Bağırarak saldırma
- ölümüne kavgaya hazırım - ifadesi verir. Hakimiyetin
bulunduğu taraf daha tok seslidir, daha parçalayıcıdır. -
saldırırım - mesajları genelde gard alınarak verilir. Gözler
sabitleşir, ağız açılır, dişler gösterilir, tehdit edici
sesler çıkarılır.
Gard almak ile -
ben
senden güçlüyüm - iddialı mesajı verilmiş olur. Belki de
işin içinde blöf
de vardır. Ama, diyebiliriz ki; iddia ilkel iletişimin ABC si
gibidir. Dolaysı ile, her saldırının temelinde bir iddia
yatar. Açık, açık saldırıya geçen insan da ayni şeyi
yapar; saldırı esnasında
bağırır, küfürler savurur. İlkel yaşamda iddiaya gerek
duyulmadan çözümlenebilen
eylemlere de rastlamak mümkündür. Örneğin, yavruların
eğitilmesinde ortaya çıkan yaptırım isteğinde yapılması istenen eylem bizzat yapılarak
gösterilir. Eylem üst üste tekrar edilince istek
ortaya çıkar, karşı tarafın bunu taklit etmesi
beklenir. Uçmasını, yüzmesini, avlamasını, öğreterek
yapmasını istemek bu tür mesajlı iletişimlerle sağlanır.
Münasebetlerde çiftleşme mevzubahis
olduğu zaman bir taraf ya saldırıya geçer, tecavüz
eder veya bazılarında görüldüğü gibi önceden
kur yapılarak iletişim içine girilir.
Bilinçli
veya kasıtlı olarak verilen bir mesajın temelinde mutlak bir
maksat vardır. Dolaysı ile,
mesaj algılamada maksadın deşifresi de ayrı bir önem arz
eder. Mesaj veren kişi bir bilgi, bir
açıklama iletmek istemiştir. Bir yerini bir yerlere özellikle
göstermek istemiştir. Belki de, bir yönüyle gizlenmek istemiştir de verdiği ifade veya
mesajlarla birilerini zıt yönlere çekmek istemiştir.
Kendinden emin olduğunu etrafa göstermek istemiş olabilir.
Keyfini, sevincini, haz duygusunu bir yerlere özellikle göndermek istemiş
olabilir. Bir şeyi doğru bulduğunu, karşı
taraf ile mutabakat içinde olduğunu ortaya koymak
istemiş olabilir. Taktir veya hayranlık içinde
olduğunu belirtmek istemiş olabilir. Doğru bulmadığını
ifade etmek istemiş olabilir. İlgi
duyduğunu, hayret veya merak içinde olduğunu belirtmek
istemiş olabilir. Kinini, nefretini
ortaya çıkarmıştır; öfkesini veya kızgınlığını
püskürme arzusu içinde olduğunu göstermek
istemiş olabilir. İddia içinde olduğunu, kavgaya veya
yarışmaya davet ettiğini göstermek istemiş olabilir. İlgisiz,
değer vermiyor, adam sıfatına koymuyor ifadesini ortaya
koymak istemiş olabilir. Veya tam tersi bütün bunları
gizlemek istiyor olabilir. Tabii, bütün bunlar üstü kapalı
olarak, bir mesaj hüviyeti ile verildiğinde işin içinde tam bir
kesinlik olmadığından, açık seçik bir ifade niteliği taşımıyor
olacağından mertçe bir yaklaşımdan bir şekilde uzaklaşılmış
sayılır. Dolaysı ile mesajlı bir iletişimde çoğu zaman
mertlik aranmaz. Zaten bu yüzden kişiyi suçlamak hem kolay
olmaz, hem de verilen mesajın inkar edilebilme olasılığı da
vardır. Şayet, mesajın niteliğinde bir
saldırı fark ediliyor ise saldıranın cesaretten
yoksun olduğu, dolaysı ile, böyle üstü kapalı bir
yola başvurmuş olduğu gerekçesi ile fazla da önem
arz etmez.
Mesaj
algılamada bütün belirtiler ayrı, ayrı değerlendirilir.
Verici iridir, şişmandır, uzundur veya sıskadır, zayıftır;
dolaysı ile, ilk bakışta karşı taraf güçlü veya güçsüz
olarak da algılanır.
Şekil, renk, tüy yapısı bakımından, neşrettiği koku bakımından,
gençliği veya yaşlılığı bakımından mesaj veren
cezbedici veya tiksindirici, iştah açıcı veya kapayıcı
olabilir. Bütün bunların
etkisi ile o canlı gurur veya kompleks mesajları da üretebilir.
Canlı fizyolojik bir ızdırap
içinde olduğu zaman da bir şekilde ifade üretir. Şiddetli
bağırış, inleme, çığlık veya kıvranmalar
ile bir kurtarıcıya yalvarış mesajları üretebilir.
Gözler de mesaj üretebilir. İri göz meraklılığı,
küçük göz sinsiliği çağrıştırır. Gözler kızmışlık,
korkmuşluk, üzülmüşlük, sevinmişlik mesajları
da verebilir. Korkulu gözler kaçamak bakışlıdır, kızgın
gözler ise sabit ve direkt bakışlıdır.
M E S A J
V E İ
N S A N
İnsanlar
arasında tesisedilmiş olan iletişimçok daha yüksekdüzeyde
birbilinçlilik sergiler. Bu bakımdan çok daha gelişiktir, çok
daha ayrıntılı bir yapıya sahiptir. Diğer canlılarda olduğu
gibi basit iletişim şekilleri insana yetmemiş,
kavramları sembolize ederek hem daha pratik, hem
daha fazla hakimiyet sağlayabilen bir iletişim şeklini,
konuşma lisanını ortaya çıkarmıştır. Şayet, böyle bir
yola gitmeseydi insan bu günkü ölçüde gelişmiş de olamazdı
aslında. Çünkü iletişim gelişmenin ana itici gücüdür.
Tabii, değişim ve gelişme hep sürecek, sürdürülecektir.
Zira, şu anda bile
mevcut iletişim şekli ve imkanları ona yetmemektedir, daha da
fazlasına ihtiyacı var onun.
Toplumsal
yaşam ilkel yaşamdan çok farklıdır. Kabul görmüş
kuralları; ayıpları, günahları, yasakları vardır. Taktir
edilen, aferin gören veya gıpta edilen, hayranlık gören,
hayalleri süsleyen ortak değerleri vardır. Toplumdaki bir
birey bu değerler, kurallar ve yasaklarla dizginlenmiştir veya
kendi kendine bunlarla bağdaşık ve alışık haldedir. Buna göre
bireyin şuur yapısı;
dolaysı ile, anlayışları, görüşleri, inançları, alışkanlıkları
ve arzuları bir şekilde toplumun etkisinde kalarak biçimlenecektir.
Böyle bir sonuç toplumda ortak bir şuurun ortaya çıkmasına
neden olur. Toplumsal bir iletişimde bu ortak şuurun müşterek
bilinci resmiyet kazanır. Bu yüzden konuşma dilinde çizilmiş
olan çerçevenin dışına açık, seçik çıkılması pek hoş
karşılanmaz. Ama buna rağmen insan ilkellikten tam
olarak kopuk da değildir. İnsan ayni zamanda bencil bir yaratıktır;
kapmayı, kapışmayı, yarışmayı sever. Bazen saldırır,
tehdit eder. Tıpkı bir hayvan gibi sevişir, koklaşır, oynaşır.
Bunlara ilişkin ortaya çıkacak iletişim tarzı
genelde resmiyetin dışına itilmiştir. - dışkı boşaltım
yeri - dediğinizde resmiyeti bozmuş olursunuz. Bunun yerine
insan hela demiş olmamış, yüz numara demiş yine olmamış,
WC demiş bir
şekilde ifadenin üstünü kapatmaya çalışmıştır. Burada
görülecegi üzere toplum ilkelliği
iletişimde de dışlamaya çalışmaktadır. Aslında,
insan ilkel yönlerini gizlemeye çalışarak bir şekilde
kendini gizlemeye çalışmaktadır. Dolaysı ile, ilkel münasebetlere
veya kavramlara dayanan iletişim
hep resmiyetin dışına itilir. Örneğin; hiç kimse
karşı cinstekilere açık, açık -
ben sizlerle sevişmek istiyorum - demez. Veya hiç kimse
açık, açık - hep bana rabbena - demez. Ama yine de ilkel yaşam bir şekilde devam eder.Ve bu sahada
da iletişim kurma ihtiyacı bir şekilde ortaya çıkacaktır.
İşte, burada mesaj dili imdada yetişir. Zira, mesajlı bir
iletişim ilkel tarafta da rahatlıkla kullanılabildiği gibi
mevcut resmiyeti de bozmaz. Çünkü bu usülde mesaj
verenin ne dediği tam belli değildir, anlam algılayıcının
yorumuna bırakılmıştır. Yorumun doğrulanabilmesi vericinin
tasdikine bağlıdır. Ancak, böyle bir şey pek vuku bulmaz.
Ayrıca, mesajlar
insanın ilkel yönlerini rahatlıkla gizleyebilir, vericiye
ifadeyi inkar edebilme avantajı
sağlar, kişiyi iletişimde ayıp, günah, yasak gibi
kuralların hışmından da korur. Dahası, mesajlar
vasıtası ile birilerini başka kanaatlere saptırmak çok
daha kolaydır. Son model, pahalı bir otomobil ile dolaşırken çevreye zenginlik mesajları yaydırılır.
Karşı cinstekilere arzulu gözlerle bakarak bir çeşit mesajlı
bir iletişim sağlanır. Özet olarak diyebiliriz ki; iletişim
sağlamada yalın konuşma
lisanı ile birlikte kullanılmakta olan mesajların da çok önemli
katkıları vardır.
Topluma
adapte olmuş olan herhangi bir insanın bilinci hem kendi şuurunun
diğer bölümleri ile, hem toplumun müşterek bilinci ile, hem
iletişim kurduğu diğer canlıların veya fertlerin bilinci
ile, hem de doğal yapı ve olaylarla baglantı halindedir. Diğer
taraftan doğal yapı ve
olayların gizemli yanları ile de, iletişim kurduğu diğer
canlıların veya fertlerin bilinç altları ile de, toplumun müşterek
bilincinin dışladığı taraflarla da bir şekilde bağlantı
halindedir. İyi veya kötü, insan bütün bunlara karşı bir
gözlemleyici olabildiği gibi ayni zamanda mesajlı veya
mesajsız onlarla da iletişim içerisine girebilir.
İnsan
son derece gelişik bir canlı olduğundan, her an her davranışından,
duruşundan bir anlam
çıkarmak gerekir; her an bir mesaj verir. Bir defa her an -
ben de varım - mesajını güçlü bir şekilde veri. Hatta bu
mesajın verilmesinde ayrı bir çaba bile sarf edilir, mesajın
gücü abartılı bir şekilde
arttırılır. Bir çocuk çocukluğunu her haliyle sergiler ama
o da çoğu zaman - ben de varım - der. Onu hiç kimsenin adam
sıfatına koymayıp kendinin dışındaki mevzuların konuşulduğu
bir ortamda tüm dikkatleri kendi üstüne çekebilmek için çocuk
var gücü ile çaba sarf eder.
Konuşanların sözlerini keserek olmadık sorular
sormaya kalkar, olmadık isteklerde bulunur,
herkesin görebildiği şekilde ortalığı karıştırır.
Ağlamak için bahane bulduğunda fırsat bu fırsat
diyerek uzun, uzun ağlar. Bazen büyük bir insan gibi büyüklerin
ayakkabılarını giyer, yüzüne gözüne boyalar sürer - ben
de varım - der. Tabii, çocuk bu silahları muvaffak olabildiği
veya olabileceği
ölçüde kullanır. Bazı hallerde de çocuk taktir göreceği
şeyleri keşfetmiştir. O yönde
çaba gösterir, - ben de varım - ın güçlü mesajını
verir. Ayni mesajları büyükler de çeşitli şekillerde verirler. Değişik, frapan, dekolte giyinir -
ben de varım - der. Farklı bir kılık sergiler
ayni mesajı verir. Kişi çok konuşur, başkasına fırsat
tanımaz veya konuşmalarda hep araya girer - esas ben varım -
der. Hep kendini yüceltici, övücü şekilde konuşur ayni
mesajı verir. Yabancı kelimeleri sıkça kullanarak da ayni
mesajı vermeye çalışır. Konuşma lisanında böyle mesajları
verirken insan ses ve mimiklerden de yararlanır.
Kelimelerin kullanımında yapılan vurgular sertleştikçe,
kafiyeli kelimeler seçildikçe, konuşmaya nağme katıldıkça
mesaj güçlenir ve daha süslenmiş
bir sofra gibi kabul görür. - Ben de varım - gösteriş
sergilenerek, hava atılarak da çevreye yayınlanabilir. Şaşaalı bir düğün yapmak, çok
gösterişli, pahalı bir yaşam sergilemek, herkesi geçebilen
bir otomobili hızlı kullanmak, patinajlı kalkışlar yapmak,
kuralları hiçe sayarak
pervasız bir karakter sergilemek gibi eylemler de - ben
de varım - mesajını güçlendirmek için gösterilen büyük
çabaların göstergeleridir. Alaylı davranış ve konuşma da
böyle bir çabanın varlığını
ortaya koyar. Aslında, böyle bir şey sergileyen bir kişi -
ben de varım - dan ayrı olarak - sen de varmıydın - mesajını
da eklemiş olur. Şayet mesaj, saldırı belirtilerini de
ihtiva ediyorsa - sen de kendini var mı zannediyorsun -
ifadesine dönüşür. Bu tür örneklerden görüleceği üzere
saygı görmek için her insanın aşırı abartılı
olmamak kaydı ile bir şekilde - ben de varım -
mesajını vermeye, yaymaya hep ihtiyacı olacaktır. Saç,
baş dağınık, pejmürde kıyafetler içinde
iken güçlü bir şekilde - ben de varım - mesajının
verilmesi doğal olarak güçleşecektir. Bunun
gibi kötü geçmişi olanlar, zaafları olanlar, güçsüz
kalanlar da - ben de varım - mesajını verirken
biraz zorlanırlar. Abartılı mesajlar yayınlanırken
ifrata kaçılmaması gerekir. Aksi taktirde kişinin vermek
istediği mesaj gizemliliğini kaybeder, ifade daha açık hale
gelir ve kişi gülünç duruma düşer. Ne de olsa, mesajlı
bir iletişimin de kendine göre bazı kuralları vardır. Hava
olsun diye şaşaalı düğün yapılan bir yerde etrafa paralar
savruluyor ise sonradan görmüşlük mesajlarını da ortaya döktüğü
için hedefin dışına taşılmış olur.
Her
mesajın temelinde varılmak istenen bir hedef vardır. Kişi -
ben de varım - veya - en büyük
ben, başka büyük yok - derken de böyle bir hedefi saptamak mümkündür.
Hedef ne kadar bariz
ise mesaj iletmek için kişi o kadar fazla gayret içindedir. Böyle
maksatlı bir mesajın yerli
yerine ulaşması için her yolu deniyecektir. Bu iş için
kişinin başvuracağı ilk şey muhataplarının dikkatleridir. Zaten bir mesajı vermenin en basit yolu
ilgi çekmek veya yoğun bir dikkat toplamakla gerçekleştirilir.Bunun
için başkalarının arzuları, alışkanlıkları, korkuları,
zaafları ve merakları harekete geçirilir. Bunların karşılığında
da kişi bütün kapıların kendisi için açılması
temennisindedir. Böylece kişi meraklı zihinleri bir yöne
çekebilir. Taktir toplayabilir, hayran
bırakabilir, gıpta ettirebilir ve böylece de saygınlık
kazanabilir. Kıskandırabilir veya kişilerde yenilmişlik, aşağılanmışlık duygularını su yüzüne
çıkartabilir ve bunun sonucunda da
karşısındakine -sen yoksun, ben varım - mesajını
tasdik ettirmiş olabilir.
Zor
duruma düşmüş bir hayvan problemden kurtulabilmek için çare
arar. İnsan da böyledir.
Ancak, hayvanlarda sebep arama özelliği pek yoktur. İnsanın
yapısında bu vardır. Sebebini izah edemediği, tanımadığı veya doğal bulmadığı
herhangi bir şeye karşı da genelde
merak içinde olur. Dolaysı ile, insanın merakını
harekete geçirmek çok kolaydır. Merak ettiği bir
şeyin bulabilmişse sebebini bulabilmiştir. Bulamamış
ise fazla oyalanmadan ya kendisi bir sebep yakıştırır; ki böylece
o yönde belirli bir inanca, hem de iddialı bir inanca sahip
olur ve dikkati de artık
o inanç üzerinde iyice yoğunlaşmış olur. Kişi bir sebep
yakıştıramaz ise onda bir merakın doğuşuna neden olur. Böylece
meraklar giderek kemikleşmiş hale gelebilir.
Her
insanın kendi şahsına münhasır özellikleri onda farklı
karakterler meydana getirdiği
gibi merakları da farklı, farklı yönlerde gelişir.
Dolaysı ile, merakları bakımından fertleri çeşitli
sınıflara ayırabiliriz. Her şeye hayali sebep yakıştıran,
her merak uyandıracak şeyi inancı ile
çözmüş sayan tiptekiler gelişmesi muhtemel tüm
merakları peşin, peşin nötralize ederler. Bunların
ilgilerini, dikkatlerini merak yönünde çekme yerine onların
alışkanlıkları, arzuları ve korkuları yönünde çekmek
daha kolay olacaktır. Zaten bu sınıftakilerin ilgileri daha
çok maddi çıkarlar
yönünde gelişik olur genelde. Ağır hayat şartları, aşırı
mücadele gibi faktörler merakların
yeterince gelişmesini engelliyebilir. Bu gibi insanlarda dikkat
daha çok problemler üzerinde yoğunluk kazanmış olur. Bütün
bunlardan anlaşılacağı üzere; ihtiyaçların, çıkarların,
problemlerin alışkanlık, arzu, zaaf ve korkuları şekillendireceği
ve merakların da bunlara paralel gelişeceği açıktır. Kişi
fakirdir; zenginlerin yaşantısını merak eder. Aslında,
insan temel yapı
olarak çözmeye, araştırmaya, sebep bulmaya yönelik
biçimde merakları gelişir. Ancak, yukarıdaki faktörler işin
içine girince gelişen meraklar olmadık yönlerde kendini gösterir.
Kimi insan başkalarına
karşı çok meraklıdır; başkalarının yaşam tarzları, düşünceleri,
başkalarının gizli
yönleri, özel hayatları ve açıkları ile ilgili bilgileri
elde etmek, öğrenmek için can atar. Adeta, kendi hayatını
değil de o başkalarının hayatlarını yaşar durur hep. Bu
gibilerin ilgileri gösteriş
yapılarak, hava atılarak veya farklı bir davranış
sergilenerek kolaylıkla çekilebilir. Kimi
insan oyun oynamaya, yenişmeye meraklıdır, kimi insan
kumara merak sarar. Bazıları spora
meraklıdır. Kimi insan bedavaya, avantaya, havadan
kazanmaya adamış gibidir kendini; dolaysı
ile zahmetsiz ve aşırı kar getirecek her tür işlere
çok meraklıdır. Bazı insan antikaya, kimi sanata,
kimi elektroniğe, kimi makinalara karşı yüksek merak
içindedir. Bazılarının tüm ilgisi cinsel
konularda yoğunlaşmıştır. Genç yapılar değişik
yerler veya değişik şeyler görmeye, macera yaşamaya meraklıdır. Aşırı değişiklik
merakı bazen kişiyi sigara, alkol, hatta uyuşturucuya
kadar götürebilir. Büyü, fal, cin, peri gibi doğa dışı
hayali yapı ve olaylara karşı bazı kişiler aşırı
ilgi duyarlar.
Mesaj
vermede ilgisini çekmek yalnız başına bir hedef değildir.
İlgi bir mesajı kolayca yayınlamak
için bir araç olarak kullanılır. Ama yine de, küçük çocuklar
oyunu daha ilkel oynarlar.
Bunlarda ilgi çekmek öncelikle ön plana çıkabilir, ana
hedef sonradan aranır. Az
gelişmiş yetişkin insanda da ayni tür davranışı görmek
olasıdır. O da ortada hiçbir hedef yokken
yalnızca ilgi çekmek çabası içerisinde olabilir.
Belki de garip modaları yaratan şey de bu tür
davranışlardır. Kasitli bir şekilde yırtık dizli
pantolon giymek, buruna halka takmak, saçlara
alışılmadık bir biçim veya renk vermek gibi. Bütün
bunlar kişiye hiç mi fayda getirmez? Belki getirebilir, belki
getirmez, ama anlaşılıyor ki bu tür eylemlerle dikkat çekmek
için çok büyük gayretlerin sarf edildiği de açık seçik görülür.
Bu tür eylemlerle kişi ortaya tamamlanmış bir
ifadeden ziyade ifadesi tamamlanmamış, herkesi merakta
bırakan bir mesaj yayınlamaktadır.
Belki de kişi böylece kendini rahatlamış addedebilir.
Aslında, merakların fertleri rahatsız edici yanları da vardır.
Şöhret sahibi bir kimse sıradan bir insan gibi keyfince dolaşamaz.
Bol kürüm harcama
yapan bir kişinin gelir kaynağı merak edilir. Yalnız yaşayan
kişi her yönü ile merak uyandırır. Kişi ne kadar kendini
veya özelliklerini meraklı dikkatlerden kaçırmaya, gizlemeye
çalışsa da baskıdan kendini kolay kurtaramaz. Özellikle
kişinin geçmişi, gelmişi, mal varlığı, mesleği,
milliyeti, inançları başkaları için, küçük yerleşim
birimlerinde daha da güçlü olmak
üzere merak konusu haline gelebilirler.
İlgi
çekmenin bir diğer yolu da; kişinin arzuları veya kaçındıkları,
korkuları ve zaafları, alışkanlıkları
harekete geçirilerek dikkatin bir yerde yoğunlaşması sağlanır.
Bunların her biri kendi
başına kişiyi yönlendirebildiği gibi biribirlerini de
etkileyebilir ve doğurabilirler. Tabii,
kişinin ihtiyaçları bunların ortaya çıkmasında ana
itici güç görevi yaparlar. Kişinin fizyolojik ihtiyaçları,
sosyal ihtiyaçları, alışmışlıktan kaynaklanan ihtiyaçları
etken olabildiği gibi haz
ihtiyacının da önemli bir rol oynadığını görürüz.
Dolaysı ile basit olarak ilgi toplayabilmek için
karşı tarafın yalnızca ihtiyaçları ele alındığında
mesele bir yere kadar çözülmüş sayılır. Ama,
herhangi bir ihtiyaçla bağlantısı olmayan arzu, korku
ve alışkanlıkların da kişide mevcut olabileceğini de göz
ardı etmemek gerekir. Zira, insanın bilinç altı çok karmaşık
bir yapıya sahiptir. Şuurun alt tabakalarında hangi akla
hizmet etmek istediği açık seçik belli olmayan
arzular, korkular ve alışkanlıklar da müstakilen
mevcut olabilir. Özellikle devamlı frenlenmiş
veya hiç erişilemeyip ısrarla ayni arzunun üstünde
hep duruluyor olanlar bu yapıyı daha rahat sergilerler. Cinsel arzular, mazoşist arzular, sadistçe
arzular böyle bir yapının tipik belirtileridir. Böyle erişilemeyip
devamlı üstünde durulan arzular kemikleşmiş hale dönüşebilirler.
Bazı korku ve alışkanlıklar da zamanla böyle kökleşmiş
hale dönüşebilirler. Böyle bir durumla ortaya çıkan
arzu kişiyi kolaylıkla hayal dünyasının içine
itebilir. Gerçekten, bazı insanlar hayalinde yarattığı
dünyanın pek dışına çıkmak istemezler, bazıları
korkularından kurtulamaz, bazıları kökleşmiş alışkanlıklarının dışına çıkamazlar. Zira, kişi
orada hayat bulur, orada moral bulur. Bu bakımdan,
mesaj dilinde arzular önemli bir yer tutarlar. Teşhis
edilebildikleri takdirde bunlar vasıtası ile
ilgi çekilebilir, dikkatler yönlendirilebilir. Tabii,
bir insanın arzuları var ise kaçındıkları,
tiksindikleri, nefretleri, kıskandıkları, korkuları
ve zaafları da var demektir. Bütün bunların da
mesaj dilinde birer araç olarak kullanılabileceğini
rahatlıkla söyleyebiliriz. Mesaj dilinde alışkanlıklara
paralel bir yapı dikkat çekmede kullanılabilir. Ama, olağan
dışı veya alışmışlığın
dışındaki bir yapı ile daha da fazla ilgi çekilebilmektedir.
Arzu, korku, zaaf ve alışkanlıkların harekete geçirilerek
ilgiyi toplamak, dikkatleri yönlendirmek ayrı bir hüner
ister. Bunun için çeşitli yöntemler uygulanır.Ya hatırlatma,
anımsatmaya baş vurulur veya karşı tarafın arzu ve
ihtiyaçlarına yönelik cezbedici yemler ortaya
sergilenir. Böylece kişinin iştahı kabartılır, bir
beklenti içine girmesi sağlanır ve arzuları harekete geçirilmiş
olur. Bunlarla sonuca gidilemez ise
tehdit edilerek korkular da harekete geçirilebilir. Konuşma
lisanında kelimeleri ustaca seçmek, güzel benzetişler
yapmak, nükteli veya esprili yorumlar sunmak, kelimelerde
kafiye kullanmak gibi
süsleme çabaları da ilgiyi toplamada son derece etkili birer
unsur haline gelirler. Ayrıca, ifadeye aktarılan güzel bir nağme,
şiirsel bir yapı veya herhangi bir resmetme güzelliği de
dikkatin yoğunlaşmasında ayrı bir etki gücü yaratır.
İlgisi
çekilmiş yoğun dikkatlerin bulunduğu bir ortamda mesaj
iletmek artık oldukça kolaylaşmıştır. Ancak, yine de
unutmamak gerekir; çekilen ilginin konu ile bağlantısı ne
kadar yakın olursa
mesaj o nispette kolay iletilir. Aksi halde mesajın ana
konusundan uzaklaşılmış
olunur. Bunu bazı reklam filimlerinde rahatlıkla gözlemleyebiliriz.
İlgi çekmede bazen verilmek
istenen ana konunun çok dışına çıkılabiliyor.
Fazla dikkat çekme telaşı ile dikkatin bir başka
yerde, hedeften çok sapmış bir yerde yoğunlaştırma
hatası yapılabilmektedir. Böyle bir sonuçta
arzu edilen iletişim tam gerçekleşmemiş olur.
Sahip
olunan iletişimin yüksekliği, beraberinde yoğun bir alişverişi
de getirmiştir insana.
Haliyle, alışverişin olduğu yerde pazarlıklar da
olacaktır, kumar da olacaktır, çekişme de. Böylelikle;
insanlar biribirleri ile hiç bitmeyen bir satranç oyununu
oynar dururlar. Oyunda kimin
kazandığı net olarak ortaya çıkarılmaz ise de bu durum
fertleri doğal hiyerarşik bir
düzene de sokmuş olur. Dolaysı ile, toplumda her insanın
tabana ve tavana olan mesafeleri farklı, farklıdır. Fert bulunduğu bu yeri yaydığı
mesajlar ile bir şekilde dışarıya aksettirir. Yenişmelerin
en güçlü sonuç göstergesi olarak çoğu yerde para ve mal
varlığı öne çıkar. Zira, kişi bununla güç bulur, saygınlık kazanır, toplumdaki yetkisi
artar. Ayrıca, kişi bununla her türlü
hizmeti ve yetenekleri satın da alabilir. Dolaysı ile
kişi o ölçüde şahsiyet ve moral sahibidir.
Ancak, toplumda yetkilerin yalnızca para ile dağıtılmadığı
kesimler de vardır. Ama kuru kuruya
bir yetki kişiye paradan daha fazla bir şahsiyet kazandıramaz.
Şüphesiz, bilgi ve beceri de insana
bir ölçüde kişilik kazandırır ama, bunların para
ile satın alınması her zaman için mümkündür. Hiyerarşik
düzendeki yeri tayin eden diğer etkenler de vardır. Örneğin,
kişinin geçmişi,gelmişi, mensubu olduğu çevre gibi faktörlerin
de yer tayininde etkili olduğu görülür. Bunlardan aldığı
güç oranında şahsiyet sahibidir, aldığı utanç
nispetinde de güç kaybına uğramıştır. Gerçi kişi
gücünü abartmaya, ayıplarını veya zayıf taraflarını
diğer oyunculardan kaçırmaya çalışır ama bunda tam bir başarı elde etmek her zaman kolay olmaz.
Sonra, kişi çevreye yaydığı mesajların
hakkını da vermek zorundadır. Aksi takdirde kişi
muhatapları karşısında alay konusu haline gelir. Pejmürde
bir insanın ağzından çıkmakta olan düzgün cümleler çevrede
nasıl hayret uyandırırsa,
tüylü şapkası ile, mercedes otomobili ile güç gösterisinde
bulunan kişiler de alay konusu olurlar.
Hiyerarşik düzende
bulunulan yerden hiç kimse tam tatmin olmuş saymaz kendini. İnsan
hep daha büyük şahsiyet, hep daha fazla saygınlık peşindedir.
Bu çabada özellikle fazla güç sarf etmeden, kolay elde
edilebilecek saygınlık daha da cazip hale gelir. Haliyle bu
durum iletişimde kullanılan
mesaj diline de yansımaktadır. Kolay saygınlık kazanmanın
en kolay yolu sahte mesajlar
vermektir. Mesela, az konuşmak, laubali olmamak kişiye ilave
bir saygınlık kazandırır. Ama bunun yanında, açık
vermekten veya karşı tarafin şımarması halinde onunla başa
çıkamama korkusu
içinde olan insanlar da ayni tavrı sergilerler.
Mesajlarda
yaşanan çekişmelerde veya oynanan oyunda daha fazla saygı
koparmış olmak için
kişi ya karşısındakini alçaltma yolunu seçer veya kendini
yüceltme yolunu seçer veyahut da
her ikisini de birden kullanır. Uzun zaman biribirlerini
görmemiş iki kişi karşılaştıklarında
çaktırmadan biribirlerini sorgulamaya başlarlar. Genel
olarak iş, güç ve edinilmiş olan mal varlıkları merak konusu olarak sorgulanır. Aslında burada
sorgulanan şey hiyerarşik düzendeki
son durumdur. Bu bakımdan, fertler arasındaki münasebetlerde
saygı konusu hassas bir konudur. Hiyerarşik düzende iyi bir
yer veya köşe kapmış olan bir kişi ihtiyacı olan saygınlığı
fazla çaba sarf etmeden, rahatlıkla elde eder ve bulur. Ama diğerleri,
özellikle genç kuşaklar bunu daha zor
bulur ve bunlar daha fazla açlık duyarlar. Bu kişiler
bu yüzden eleştiriye hiç gelemezler, ayrıca
hatalarını gizleme yönünde özel bir çaba sarf
ederler.
Her
ne kadar yasalar karşısında ferdin saygınlığı genel
anlamda eşit olacak şekilde tescilli ise de, kendi kendine
kurulmuş olan hiyerarşik düzen farklılık arz edebilir.
Hiyerarşik düzende ebeveynler
gözlerinin içine bakıla, bakıla tenkit edilemezler, bunlara
karşı seviye alçaltıcı
mesajlar üretilemez. Ayni seviyedeki samimi olduğunuz
bir arkadaşınıza belirli bir düzeyin
üzerindeki saygı mesajlarını verme zorunluluğunuz
yoktur. Örneğin, ona karşı - ne haber - diye
hitap edebilirsiniz. Ama bir büyüğünüze karşı ayni
eşitlik mesajını veremezsiniz. Daha önce hiç tanışılmamış
birileri ile ilk defa münasebet içine girildiği zaman da karşıdaki
kişilere uygun belirli düzeydeki saygı mesajlarının üretilmesi
gerekir. Gerçi, her kişi kılık, kıyafet ve davranışları
ile hiyerarşik düzeydeki yerini ortaya koyan mesajlar üretir
ama, yine de o standart
saygı mesajlarını başkalarından bekler. Hiyerarşik
konum yükseldikçe beklentiler o nispette
artar. Özellikle kişiler arasındaki seviye farkları
beklentilerde önemli rol oynar. Bir patron, bir müdür veya
bir temizlik işçisi arasındaki saygı beklentileri genelde düzeydeki
yere göre değişir.
Toplumun resmileşmiş kesimlerinde saygınlık
beklentileri hep olması gerekenden daha fazladır. Aslında
beklenen saygınlık çoğunlukla bulunur da. Zira toplumun içinde
yetkili kişilere aşırıya kaçan saygıyı göstermeye hazır
çok insan bulunur. Haliyle , aşırı saygı gören kişi de lüzumundan
fazla şımarır, ne oldum delisi olur. Devlet dairelerine işi
düşenler bu durumu hep göregelmişlerdir. Görevlilerin gözünde
iş bekleyenler şımartılmaması gereken birer mahluktur.
Bunu da, verdikleri mesajla dikte ederler. O sırada
kendini ya uzun bir telefon muhabbetine
kaptırmıştır veyahut da diğer arkadaşları ile sonu
gelmeyen konuşmalara dalmış gitmiştir. Böylece, kişilerin
şımarması önlenmiş olur. Tabii bunun yanında, oraya
gelenlerin içerisinde görevli
kişileri şahsına özel birer hizmetli sanarak onlardan çok
fazla özveri bekleyecek ve o yönde yüzssüzce mesajlar üretebilecek
kimselerin de var olabileceği unutulmamalıdır. Hiyerarşik düzende
üst düzeylerde yer alan kişilerin toplumdaki yeri bir başka
olur. Onların söylediği her söz ayrı bir önem kazanır,
yaptıkları her davranış dikkatle izlenir.
Aslında, saygınlık
alışverişinde çok daha dikkatli, çok daha hassas olmak
gerekir. Bu yöndeki
mesaj üretmelerinde veya verilen mesajların değerlendirilmesinde
sadece üste çıkmanın etrafındaki bir kör döğüşünün içinde kalmak pek akıllıca
olmaz. Bunun yerine verilen mesajlar uyarıcı olmalı, kişiyi
kendine tanıtmalı, kendine getirmeli, kişiye bilgi vermeli,
kişiyi olabildiği kadar gerçeğe doğru
yönlendirmelidir. Bu hedeflere tam olarak hizmet
edebilmek çok kolay da değildir
aslında. Zira, her ayrı kişi için farklı türde bir mesaj
üretim ve iletim şekli bulma zorunluluğu ile de karşı karşıya
kalabiliriz. Örneğin; birine kibar davranırsın, karşılığında
saygı görürsün. Ama bir başkası bunu yanlış değerlendirebilir,
kibarlığı zayıflığın sembolü olarak
algılayabilir. Dolaysı ile, enseye göre traş yapmak
zorunda kalınabilinir. Ama yine de mesajın geliştirici vasfının
dışına fazla taşmamalıdır. Aksi takdirde kişileri yalnızca
sahip olunan mal varlıkları ile değerlendiren bilinçsiz bir
toplumun içinde kalmaya mahkum oluruz. Bu bakımdan
mecburuz, her yönde bilgimizi arttırmaya. Ki, uygun
mesajlar üretelim, her kişiyle uygun
iletişim tesis edebilelim.
Tabii,
iletişimin algılama safhasında da mesajların iyi değerlendirilmesi
gerekir. Zira, mesajlar
açık konuşma lisanındaki ifadeler gibi her şeyi açık, açık
ortaya koymaz. Mesajın tam
tamamlanmamış, yarım kalmış bir ifade niteliği vardır
ama gerçek bir ifadeye göre canlıyı etkileme gücü çok
daha yüksektir. Bu bakımdan algılamada yanlış değerlendirme
bir insanı çok
yanlış yönlere yönlendirebilir. Böyle yanlış değerlendirmeler
bilhassa cinsel konulardaki iletişimlerde fazlaca yaşanır.
Karşı cinsteki birinin az biraz samimi bir davranışını
abartılı bir şekilde değerlendirebilecek çok insan vardır.
Mesaj yorumlamada bu bakış açısı ile işe başlamak
gerekir. Takiben, bilinmesi gerekir ki; mesaj veren bir
kişi ya iş birliği içerisindedir, ya
saldırganlık içindedir, ya da bir teklif veya istek içindedir.
Algılanan mesaj bunlardan
hangilerini yansıtmaktadır? Bunların da teşhis
edilmesi gerekecektir. Bunları teşhis etmek ilk
bakışta kolay gelir insana. Ancak, bunların gerisinde
var olabilecek gizlenmiş olan art niyetlerin
de tespiti gerekecek ve haliyle bu da genelde güç
olacaktır. Çünkü art niyet ve arzular mümkün olduğunca
gizlenmiş olacaktır. Dolaysı ile, verilen her türlü mesaja
ilk başta kuşku ile bakılması
gerekir, bir algılayıcı olarak. Örneğin, her düzgün
görünümlü kişiye kesin adam sıfatı veremeyiz. İdealist
konuşan birinin mutlak dürüst, kesin vatan sever olduğuna yürekten
hükmedemeyiz.
Pür namus mesajlar veren kapalı kişilerin cinsel
konulara aşırı hassas oldukları sonucuna
hükmetmek gerekir.
İşbirliği
içinde olan kişiler genelde akılcı kişilerdir. Bunlar mesaj
verirken varılması gereken
hedeflere birlikte çok daha kolay varılabileceği bilincine
sahiptirler, o an için Mantıklı
konuşmaların ve davranışların saygılı birer tasdikçisidirler.
İşbirliği mesajları veren bir kişi belki
iddialı bir özelliğe de sahip olabilir ama bu kişiler
her şeye rağmen saldırı emarelerinden genelde kaçınır.
Tabii, bu yapı ile işi sen, ben kavgasına götürecek ölçüde
meydan okuma emarelerini de yansıtmaz. Kıskançlık emareleri
mümkün olduğunca gizlenir. Şayet bu tür emareler mesajla
birlikte göz kırpıyorsa işbirliğinin ömrü kısa sürecek
demektir. İşbirliğine yatkın olmak bazı
kimselerin genel karakteridir. Böyle insanlar çoğunlukla
yardımseverdir. Başkalarına karşı son derece yakındırlar,
her türlü insanla kolay ve rahatlıkla ilişki kurabilirler.
Araştırmaya, gözlemlemeye ve bilimsel tartışmaya açıktırlar.
Bütün bunların yanında, işbirliğinden özel bir
haz duymanın insanı bazı kötü sonuçlara da götürebileceğini
göz ardı etmemek gerekir. Zira,
bu kişiler işbirliğinin hatırına
mantığı görmezlikten de gelebilirler. İyilik olsun
diye rahatlıkla torpil yapabilir, lüzumundan fazla hoşgörüye
de sahip olabilirler.
Saldırgan
tipteki insanlar saldırıyı çeşitli sebepler dolaysı ile başlatabilir.
Şayet saldırı açık, açık başlatılmış ise bunun mesaj
hüviyeti yoktur, ifade tam tamamlanmış demektir. Buna
karşılık saldırının sinsi, gizlenmiş biçimi de
vardır. Bu ise mesajlı bir iletişim ile sağlanır. Saldırı
ile birlikte ezme, ezilmenin kavgası verilir. Sen, ben
kavgası verilir veya kapışmanın kavgası
verilir. Bunların dışında saldırma işlemi sırf
zevk için de yapılabilir. Sadist ve sapık kişiler
saldırırken özel bir zevk duyarlar. Hatta, bazı
tipleri eziyet görmekten bile haz alırlar. Bütün bunların gizlenmiş bir şekilde, mesaj yolu ile verilmesi
de mümkündür ve olagelmektedir. Şayet kavga açık, seçik
yapılıyor ise saldırı ifadeleri netleşmiş olur, istekler,
temenniler pervasız ve yüzsüz
bir şekilde karşı tarafa gönderilir. Ki bu durumda, mesajlı
bir iletişimin dışına çıkılmış demektir.
Toplumsal
bir yaşamda hukuk kuralları ve gelenekler ne kadar yerli
yerine oturmuş ise, yani müşterek bilinç ne kadar net ise ve
herkes bu bilince ne kadar vakıf ise kavgalar o nispette
açık, seçik olmaktan uzak kalır. Zira, burada her
hakkı yürürlükteki kurallar önceden saptamıştır. Ama, böyle
bir toplumda bile kavga tam durur mu ? Elbette durmaz, üstü
kapalı veya sinsice de olsa devam eder. Bu gibi ortamda mesaj
dili ayrı bir önem kazanır. Saldırı içinde olan insan
hareketleri ile, mimikleri ile kendini belli ederse de üstü
kapalı saldırılarda mesajlı yöntemlere başvurulur. Bu
tarzda ilkel yöntemler bile devreye girebilir. Bedensel gücün
geçerli olduğu bir ortamda kavga öncesi baş dik tutulur, gözler yarım kapalı
şekilde aşağılayıcı veya alaycı
nazarlar sergilenir, beden her an harekete hazır görüntüsü
verir. Varsa silah gösterilmeye başlanır. Saldırı başlayınca
ürkütücü sesler çıkarılır. Bu arada silah da devreye
girmiştir. Bazı insanlar
temelden saldırgan bir yapı sergileyebilirler ama
kavganın da daha insancası, daha üstü kapalı
yapılanı da vardır. Temelden saldırgan kişiler hemen
her şeyi saldırı olarak algılama
eğilimindedir. Dolaysı ile, karşı saldırıya da her
an hazırdır. Hemen her konuda yarış içinde olan
bu kimselerin en belirgin özellikleri her konuda iddiayı
ön plana çıkarmalarıdır. Karşıt düşünce
üretmeye her an hazırdırlar, açık yakalamak onun
indinde önemli hedef haline dönüşür. Zira, onun için ana
hedef hep galip gelmektir. Temelden saldırgan yapısı olan kişiler
avlanmayı çok severler, tatmin olamamış zamanlarında eziyet
etmeyi veya eziyet çeken canlıları seyretmeyi de
severler. Felaket haberciliği yapmayı da severler.
Normal bir konuşmayı kolaylıkla bir
çekişmeye dönüştürebilirler. Bunlarda, derinlerde
kalmış mazoşist izlerine de rastlanabilir. İletişimde saldırıların
daha gizlenmiş şekilleri de kullanılır. Övünmek, böbürlenmek,
aşağılamak, aleyhte
konuşmak, alay etmek, küçük düşürmek gibi eylemler
bunlara misal olabilir.
Değişim sürecinde olan bir toplumda ise, yani; kuralların,
geleneklerin her gün değiştiği, her gün ayrı bir kuralın
yasalaştığı bir toplumda değişikliklere adapte olmak kolay
olmaz. Böyle bir toplumda olan fert her hakkı kendi yorumu ile
çözümler. Dolaysı ile, toplumda tam bir kaos, tam bir kör döğüşü
yaşanır. Saldırganlık açık ve yüzsüz şekillere girer.
Trafik keşmekeş hale
gelir;
trafiğin
içinde herkes en ustadır kendince, bir kaza durumunda yüzde yüz
hep o haklı zanneder
kendini. Değişen toplumda terör de olanca yüzsüzlüğü ile
ortaya çıkar. Çünkü onlar da
kendince haklı görürler kendilerini. İşte tam bu
safhada birileri Mantığa ihtiyaç duymaya başlar. Ama çoğu
zaman gerçek Mantık bulunamaz. Kör döğüşü uzun bir süre
daha devam eder gider. Ta ki, gerçek Mantıkla toplum çoğunluğu
tanışıncaya kadar.Bu süreçte, yasaklar ve ayıplar, hatta günahlar
bile yalnızca Mantığa zarar verici bir biçimde kurallaşır.
Toplum
yaşamında her ortam için en uygun mesajı her insan kendi öz
yeteneği ile ortaya çıkarır ve yaratır aslında. Dolaysı
ile, saldırı olayında da her yiğidin bir yoğurt yiyişi,
herkesin kendine göre bir tarzı vardır. Röportaj yapan bir
muhabir kendine bir yargıç edası vermiş ise sorgulamalarda
saldırıya geçecek demektir, hemen önlem alma geregi ortaya
çıkar. Saldırganlık içinde olan kişi ayni zamanda meydan
okuma, alaylı garipseme veya hayret, korku, öfke, yerine göre
bazen de sevinç mesajlarını da birlikte verebilir.
İnsanın
arzuları sonsuzdur. Ancak bunların çoğunu bilmez, çoğu ile
henüz tanışmamıştır.
Gerçek veya hayal dünyasında bazı şeylerin tadına
vardıkça onlarla tanışır ve bilinen bir arzu haline dönüşür. Bilinmeyenlerin veya bilinçten
uzak veya bilinçten uzak tutulanların içinde
yasak, günah, ayıp ve yerine gelmesi imkansız arzular
da bulunur. Ayrıca, kişinin negatif
arzuları; yani korkuları, tiksintileri veya nefret
ettikleri de olabilir. İstek veya teklif belirtilerinin
yalvarmadan tehdit etmeye kadar, açık seçik olmasından belli
belirsiz olmasına kadar sıralı şekilleri vardır. Güçsüz
güçlüden isterken yalvarır veya ikna etmeye çalışır. Güçlü
güçsüzden isterken emreder, tehdit eder, el koyar. Yalvarmanın
en açık şekli dilenerek yapılır. İbadet etmek
de açık bir yalvarış ifadesidir. Yalvarmanın üstü
kapalı yapılma şekilleri de vardır; fal baktırmak,
büyü yapmak, adak adamak, beddua etmek gibi. Daha da üstü
kapalı yalvarışlar acındırma
mesajları üretilerek ortaya dökülür. En üstü kapalı
yalvarış şekli ise intihar teşebbüsüdür. Güçlü güçsüzden istekte bulunurken
genel olarak belirtiler açık, açık
verilir. Ancak burada, güçlü olan kişi güçsüzle yüz
göz olmamaya da özen gösterir. Bunu sağlamak için istek
sahibi ya aracı
kullanır veya istek aşağılayıcı sertlik mesajları ile
birlikte ortaya dökülür. Bir tamircide bir
kalfa veya usta bir çırağa - çekil bakim - derken
ayni zamanda çırağa güçlü bir tekme de sallar. Bunun yanında
ses de çok kalınlaşmıştır, küfretmeye de hazırdır. İstek
veya teklif ifadelerinde mesaj
diline en fazla müracaat edilen konuların başında cinsel
istekler gelmektedir. Zira; her ne kadar cinsel isteklerin
tabiiliği kabul görse de bu tip arzular aslında açık seçik
bir Mantığa ters düşer.
Bu istekler karşısında insan ister istemez kendini bağımlı
olmuş, güdülen, gülünç bir
yaratık konumunda görmeye mecbur kalmaktadır. Bu yüzden
bununla ilgili istek ve teklifler hep
aşk manileri, şiirleri ve şarkıları ile ortaya konmuştur.
MESAJDA
TEMEL İFADELER
Bazı
ifade çeşitleri vardır; bunların yalnızca kelimelerle dile
getirilmesi zorlaşabilir. Böyle
durumlarda tamamlayıcı ve daha fazla etkileyici, şuurun
alt bölümlerine sızabilecek bir unsur
olarak mimikler de devreye girer. Ayrıca, çıkarılan
sesin şiddeti, ahengi ve vurguları da anlamına
uygun bir hal alır. Genelde standart yapıları olan bu
ifadeler mesaj üretiminde sıkça kullanılırlar. Bunlardan bazıları aşağıda
sıralanmıştır.
Korku:
Tehlike
karşısında ortaya çıkan bu tepki çoğu zaman gizlenmeye,
bastırılmaya çalışılır. Kasitli olarak açığa çıkarıldığı
zaman yardım dileme veya imdat ifadesine dönüşür. Korkan
insan endişe içerisindedir. Daha fazla bir korku
ifadesinde gözler de devreye girer, endişeli bakışlar çevreyi
tarar. Daha ileri safhada şartlar müsait olur ise kaçma işlemi
başlamıştır. Tehlike büyüdükçe
ve yaklaştıkça korku da o nispette artar. İyice artmış bir
korku durumunda gözler yuvalarından
fırlayacakmış gibi açılır. Şuurun beden
üzerindeki hakimiyeti azalmaya başlar; el, ayak
titremeye başlar ve muntazam
hareketleri yapamaz olur. Ses de düzensizleşir veya
tamamen kaybolur.
İmdat
ifadesi:
Canı
acımaya başlamış veya acımaya çok yakın olan birinin çare
bulabilirim ümidi ile ortaya
çıkardığı bir mesaj şekli. Genelde sabit tonda ve yüksek
şiddette çığlık şeklinde ortaya çıkabilir. Bazı
hallerde sesler ağlama şekline de dönüşebilir.
İlgi
ifadesi:
Bu
ifade genel olarak ilgi çekici bir kimse veya konu ortaya çıkar
çıkmaz ani ve sert bir hareketle verilir. Gözler ve kulaklar
ilgiliye dikilir. Daha güçlü bir ifadede kafa hafif öne doğru
ilerletilir. Daha da güçlü bir ilgi gösterisi için
ilgilinin ilgisi de çekilmeye çalışılır.
Alındı
- anlaşıldı ifadesi:
Baş
hafif öne eğilirken bir yana çevrilir. Gözler hafif
yumulurken kaşlar da hafif yukarı
kalkar. Ifadenin çok açık olması istendiğinde kafa
öne sallanır ve sallamaya uyan ahenkte periyodik hafif bir ses
de çıkarılır.
Tasdik
ifadesi:
Anlatanın
periyoduna uygun kafa sallama ve ses çıkarma tasdik ifadesini
verir.
Acıma
ifadesi:
Bu
ifade yüz ekşimesi ile ortaya çıkar. Alın yukarı çekilir,
gözler hafif kapanır, baş yukarı kalkar, dudaklar hafif
yanlara kayarak büzüştürülür. Daha güçlü bir ifade için
çıkarılan seslere nağme
katılır.
Af
dileme ifadesi:
Mesaj
yapısı olarak dilencilikten hiç bir farkı yoktur. Yalnız,
buradaki yalvarmada avuç açma
yerine zavallılık ve saygı mesajları verilir. Hareketler son
derece yumuşak olur. Ses tonu
da yumuşar. Daha güçlü bir ifade için boyun bükülür
ve iki el birleşik vaziyete gelir.
Red
ifadesi:
Hıçkırık
periyodunu andıran ses çıkarılması, avuç içinin öne doğru
gösterilmesi, gözlerin açılıp kaşların kaldırılması
gibi gösterimler red anlamında kullanılmaktadırlar.
Hesap
sorma ifadesi:
Gözler
sabitleşir ve açılır, kaşlar aşağı iner, kafa ilerde
durur. Avuç içi yukarıyı gösterecek
şekilde parmaklar birbirine yapışık durur. Daha da güçlü
bir ifade için parmaklar da açılır.
Hesap
sormaya karşı çıkma:
Karşı
çıkma eylemı sözcüklerle yapılırken genelde mesajlarla da
desteklenir. Yüz ekşimiş
bir hal alır, avuç açık olarak el baş tarafından arkaya
giderken kafa öne eğilir ve elin diğer tarafına dönüş
yapar.
Açlık,
tokluk ifadesi:
Açlık
ifadesi mesaj olarak kullanılmaz. Karın üstünü tapışlayarak
avuç içini göstermek tokluk
ifadesini verir.
Saygı
ifadesi:
Saygı,
bütüne yahut bütünlüğe parça tarafından destek demektir.
Bütün bir varlık olabilir,
bir güç olabilir, bir fikir olabilir, bir güzellik
olabilir. Bununla ilgili mesajların çok çeşitli şekilleri
vardır. güç sahibi olup da saldırmamak bile bir ölçüde
saygı ifadesini yaratmış olur. Bunun gibi,
işbirliği içinde olmak da bir nevi saygı ifadesini
ortaya çıkarır. Saygı ifadesi, ayrıca aşırı ilgi
göstererek, övgüler yağdırarak, hediyeler vererek de
dile getirilebilinir; özbenlik alçaltılarak da
dile getirilir. Özbenlik alçaltılırken insan insanın
kulu da olur, kölesi de; gözünün yağını da yer, pisliğini
de. Daha da güçlü bir saygı ifadesi için el öpülür, öne
eğilmeler yapılır, yere kapanılır. Memnun edici hediyeler,
kurbanlar takdim edilir.
Aldırmazlık
ifadesi:
garipseyen
dikkatlerin çekilmesi pahasına farklı kılık, farklı kıyafet
ve kural dışı davranışlar
sergilenerek mesaj üretilir.
Garipseme,
hayret ifadesi:
Gözler
çok hafif kapanır, kaşlar yukarı kalkar, baş hafif olarak
garipsenen yöne doğru kilitlenir. Daha güçlü bir ifade için
gözler daha da açılarak hayret mesajlarını üretir. Daha da
güçlü hayret ifadesi içinde olan bir insanın gözleri
pür dikkat kesilir, ağız yarım açılır. Daha
da büyük hayret ifadelerinde parmaklar açık olacak şekilde
el ağız üzerine gelir. Bundan da ileri bir ifade için eller
baş hizasına gelir veya yanaklara bastırılır.
Rahatlık,
keyif, neşe, sevinç ifadeleri:
Rahatlık
ifadesi verebilmek için insan iyi yaşamak, yakınlarını da
iyi yaşatmak zorundadır.
Ayrıca, kişi rahat bir yaşam için hiçbir şeyden kaçınmıyor
izlenimi vermelidir. Kişinin göze batacak maddi varlığını
veya kariyerini açığa çıkaracak görüntülerin
sergilenmesi gerekir. Aslında, keyif veya neşe içinde olan
insan yüksek morallidir. Bu haliyle zaten ifadesini
veriyor durumdadır. Sevinç ifadesi de bağırtılarla,
zıplamalarla, uçma isteği ile kendini gösterir.
Canlılık
ifadesi:
Canlılık
önemli bir özelliktir izleyenlerin gözünde. Zira, sağlık yönünden,
işe yararlılık yönünden
bir üstünlük sergiler. Sportmence bir hareketlilik içinde
olmak bu ifadeyi daha da açık
hale getirir.
Memnuniyet
ifadesi:
El
göğüs hizasına gelip, başın ve gövdenin çok hafif olarak
bükük şekilde el tarafına
eğilmesi memnuniyet anlamına gelir. Güçsüz güçlüye
memnuniyet mesajı veremez. Bunun
yerine saygı mesajları verilir. Selam vermek de genel
yapı olarak memnuniyet ifadesinin bir başka türüdür.
Takdir
ifadesi:
Takdir
sözcüklerine ilave olarak gözler dikkat kesilir. Daha güçlü
bir ifade için daha güçlü
sözcüklere başvurulur ve alkışlar, bağırışlar, el sıkmalar,
sevmelerle de desteklenir.
Hayranlık
ifadesi:
Bir
başka büyüklüğün, bir başka güzelliğin güçlü şekilde
bir kişinin indinde açığa
çıkmasıdır. İfade için takdir mesajlari üretilir.
Güçlü ifadeler için cinsel arzulara benzeyen
mesajlar üretilir. Daha fazlası için mazoşist
istekler dil olarak kullanılır.
Sevgi
ifadesi:
Bu
ifadeyi verebilmek biraz fazla hüner gerektirir. Zira, sevgi
biraz da peşin af anlamına gelir, peşinen hoşgörü
gerektirir. Böyle bir ifadeyi verirken işin içinde bir alış
veriş, bir saldırganlık veya bir art teklif açığa çıkıp
ön plana geçmemelidir.
Bu ifadeyi verebilmek için
cinsel iletişim biçiminden de yararlanılır.
Memnuniyet, takdir, hayranlık ifadelerinden de
yararlanılır. Saygı ifadelerinden de yararlanılır.
Ancak, bunların bu ifadeyi verebilmesi için her şeyin tam
dozunda tutulması, yanlış anlaşılmayacak bir yerde tutulması
gerekmektedir.
Alay,
aşağılama, küçümseme ifadeleri:
Bu
ifadeler karşıdakilerin saygınlığını aşağı düşürmek
maksadı ile verilir. Dikkatlice bakarak gülmek genelde alay
anlamına gelir. Gülerek yarım yamalak taklit etmek de öyle.
Aşağılamanın
çeşitli yolları vardır. sözünü dinlememek, seviyesi daha
düşük bir göreve atamak,
kovalamak, hakaret etmek, küfretmek, rakip veya düşmanlarını
yüceltmek bunlardan
bir kaçı. Aşağılayan kişinin suratı son derece ekşidir,
tiksinti mesajları da verebilir.
Küçümseme
ise biraz daha hafif, biraz daha üstü kapalı bir ifade
sergiler. Bunun için baş
yukarıda, gözler yarım açık, kaşlar hafif kalkık
olacak şekilde ifade ortaya çıkarılır. Küçümsenen tarafa
yandan bakışlar gönderilir. Daha güçlü bir ifade için
dudakların sol ucu sola çekilir.
Kıskançlık
ifadesi:
Bir
şeye sahip olmak, güç elde etmek hep başkalarının
dikkatini çeker ve - bana da, bana
da - dedirtecek şekilde iştahlarını kabartır. Vahşi
yaşamda iştahı kabaranlar o şeyi elinden alabiliyor veya
ayni şeye sahip olabiliyorlar ise fazla problem çıkmaz. Bunun
haricinde vahşi yaşamda
hep kapışmaca vardır. İnsan yaşamında ise direkt kapışmaca
en son çare olarak görülür. Bunun yerini genelde kıskançlık
duyguları alır. Alışkanlıkların da bu işte önemli rolü
olur. Her zaman
yenik, zayıf gördüğümüz birinin bir gün gelip de bizi
yeneceğini düşünmek bile istemeyiz. Kıskançlık
birbirlerine yakın kişiler arasında, toplumdaki hiyerarşik
mevkileri yakın kişiler arasında
daha da çok yaşanır. Her şeye rağmen, Mantık ve sağduyu kıskançlıklarda
frenleme etkisi yapar. Ayrıca, yenişme, yarış üstü kapalı
yapıldığından kıskanmış olmak da genelde gizlenmeye çalışılır.
Yine de bilmek
gerekir; kıskançlık bazı kişilerin genel karakteridir. Bu
kişiler yakın çevresine rahat, huzur vermez,
dikkatlerini onlardan bir türlü ayıramaz. Her an başarıyı
küçümsemeye, karşı tarafa kompleks vermeye hazırdır.
Kıskanmışlık
içerisinde olan bir kişinin bir anda gözleri küçülmüş
olarak dikkat kesilir. Kıskançlık gizlenmemiş ise bir şekilde
saldırı başlamıştır, gizleniyor ise saldırma arzuları
kapatılmak için aşırı bir gayret sarf edilse de kişinin
ses tonu dengesini kaybeder.
Üzüntü
ifadesi:
Arzu
hilafına herhangi bir şeyin tecellisini insan bir şekilde dışarıya
yansıtır. Bu durumda kişi sıkıntılıdır; ya çare
aramaktadır veya geçmişin muhasebesini yapmaktadır. Kişi
genelde küskün
bir yapı arz eder, canlılık emareleri de azalır.
Kızgınlık
ifadesi:
Saldırıya
uğrayan, maddi veya manevi zarar gören kişi karşı saldırı
öncesi kızgın olur. Kızgın insanın gözleri iyice açıktır,
kaşlar iyice aşağı iniktir. Kişi alınan zarar ölçüsünde
öfkelidir. Aşırı kızgınlık aşırı bir kin ve
intikam arzusu da yaratır. Ortam iddialı bir mücadeleye dönüşünce
toplumsal kural ve değerler önemini kaybetmeye başlar,
arzular yalnızca karşı tarafın yenilmesine veya yok olmasına
kilitlenmiş olabilir. Sonuçta nefret duyguları da kendini gösterir.
Meydan
okuma:
İlkel
yaşamda meydan okuma için her hayvanın kendine has bir tarzı
vardır. insan yaşamında ise meydan okumanın ilkel şekli pek
hoş karşılanmaz. Bunun yerine meydan okuma
genelde üstü kapalı mesajlarla dile getirilir, karşı
taraf tahrik edilir ve oyuna davet edilir. İddialı, alaylı
konuşmalar, böbürlenmeler, laf atmalar, takılmalar, aşağılamalar
meydan okumak için birer
araç olarak kullanılırlar.
Tiksinti
ifadesi:
Mesaj,
ekşimiş ve asık bir suratla verilir.
Tehdit
ifadesi:
Tehdit
genelde direkt ve açık, açık yapılır. Kişiye yönelik
olarak güç gösterisi yapıldığında
ise tehdit mesaj olarak da üretilmiş olur.
Kutlama
ifadesi:
Aşırı
sevinç ifadeleri bir kutlamanın mesajını verir.
İLETİŞİM VE
MANTIK
Bir
iletişimin teşekkülünde karşılıklı bir verici, bir de alıcı
bulunur. Vericinin güçlü bir
verici, alıcının da iyi bir alıcı olması kusursuz
bir iletişimin ilk şartıdır. Aksi taktirde sağlıklı bir
iletişim sağlanamaz. İnsanlar arasındaki iletişimin
kusursuz olabilmesi ise yalnızca arada kullanılmakta olan
frekansın Mantığa yakınlaştırılması ile sağlanır.
Verici ne kadar Mantığı geri planda tutmuş ise o ölçüde kötü
yayın yapmış olur. Diğer taraftan, alıcıların Mantıkla
tanışmışlıkları ne kadar az ise kötü yayınları
sindirmeleri o nispette yüksek olur. Oysa ki, ideal
bir verici Mantığın frekansında yayın yapmalıdır.
İfade üretirken öne sürdüğü taş yalnızca Mantık olmalıdır. Şayet, algılayıcının önüne Mantığın
yerine kişinin kalkan olarak kullandığı veya sığındığı
herhangi bir büyük kişiyi, Tanrısal bir gücü koymuş olur
ise algılayıcı peşin olarak yenik duruma sokulmuş olur. Bu
şekil gerçekleşmiş bir iletişimin içine hile karışmş
demektir. bunun da kimseye bir faydası olmaz. İdeal bir alıcı
da ayni frekansa ayarlı, Mantık frekansında
eğitimli olmalıdır. Trafiğin içinde bir tehlike uyarı
işaret levhası ile karşılaşıldığı zaman normalde sürücü
ona uygun tedbirler alır. Ama, kişi bu levhayı görme
zahmetine bile girmeyip, Mantığı bir tarafa bırakıp yalnızca
şahsi önsezilerine güvenerek hareket ediyor ise o kişi boş
bir inanç içinde demektir. Tabii ki, herkesin kendine özel
inançları da olacaktır, dini de. Ama, bunların resmiyete
yansıması uygun değildir. Resmi dilde, resmi görüşlerde,
resmi yönetimde inanca dayalı kurallar konulamaz. Zira,
konulacak kuralların başına -Hiç değişmiyecektir- damgasını
peşinen vurmak insanın
doğasına aykırıdır. Çok basit bir sebep yüzünden kadının
da bir insan olma niteliğini hiçe sayarak onu cendereye sokmanın,
zorla kapatmanın Mantığa ne denli ters düştüğünü göz
ardı edebilmek için ya çok sadist, ya aşırı menfaatperest
olmak gerekir veya beynin iyice yıkanmış olması gerekir. Hiç
bir insan, hatta hiç bir canlı yer yüzüne eziyet çekmek
amacı ile gelmez. Acaba, kadına eziyet çektirmek bir görev
mi, yahut eziyet çekmek onun bir görevi mi ? Elbette hayır;
insanın yeryüzündeki tek görevi yeryüzünü herkes için
cennete çevirmektir, cehenneme değil. Ki bu görevde bile onu
kimsenin zorlama hakkı yoktur.
EKREM SİSALAN
|