SON UÇUŞ
O zamanlar böyle miydi? Tek onun arabası vardı bu
semtte. Bej – pembe bir Austin`di. Hızla sürerdi yollarda
arabasını, uçağı delice kullandığı gibi. Hınzırına
yakışıklıydı, evden içeri girdi mi annemi kucağına alır
odadan odaya dolaştırırdı. İnanamıyorum ciddi bir Osmanlı
hanımının oğlunun kollarına kendini teslim etmesine. Zaten
kızardı diyor kızı, ağabeyimin yaptığına. Gizli bir
sevinç duyduğunu gizleyemese de “İndir beni yere, delilik
etme bak kızıyorum” derdi. Şapkasını fırlatıp sedirin
üstüne, beni ardından ablamı tutup belimizden havaya kaldırır
döndürürdü salonun ortasında. Eve gelişi iklim değişimiydi
mevsim ne olursa olsun, sessizce uyanırdık işlediğimiz nakışlarla
doldurduğumuz günlerden. Akşamüstleri radyo dinleyişlerimizle
uyuyuşlarımızın ritmi tümden değişirdi zile ilk dokunuşuyla.
Çünkü o göklerle tanışıktı, bizden olsa da çocukken
yanımızdan ayrıldığından apayrı bir soluktu. Yadırgasak,
hiçbir hali bize uymasa da, varlığı sihirli bir değnek değmişçesine
yaşadığımızı anımsatır,
isteklerimizi kamçılardı. Şölendi varlığı... Güler,
şakalar yapar, arabasıyla gezdirir “Kızlar
hadi tango yarışmasına gidiyoruz” diye bizi pistlere sürüklerdi.
Babam bıyık altı suskunca güler, kabul ediyor mu zorla mı
susuyor belli etmemeye çalışarak mutluluğunu gizlerdi.
Onun
yokluğunda dışarı çıkmak için zor izin alan bizler varlığıyla
bambaşka insanlar oluverirdik. Akşamüstleri bisikletle
sokakları dolaşıp, geceleri Orduevinde partilere katılır,
hafta sonlarında yanına aldığı arkadaşlarıyla çevre
turları yapardık. Bak bu eflatun tuvaleti sırf o davetler için
dikmiştim. Karşı gelemezdim ki ona, sarılıp belime utangaçlığıma
aldırmadan pistin ortasına çekerdi beni, aynen şöyle iki adım
ileri bir adım geri tango yapardık. Öyle güzel dans ederdi
ki... Yarışmalarda birinci olduğumuzda bana da pay biçer,
sanki ben olmasam alamayacağı bir ödülmüş gibi, yüzüme
bakıp gülerdi. Bilsem de bu başarının sahibi o, gizli bir
sevinç hissederdim.
Annem üzülürdü severek yaptığı işe, özellikle
izni bitip de geri dönmesi gerektiğinde. Onu bu mesleğe yönelten
babama kinlenir, gidişinin acısından- evden eksilen ışıltısından
babamı sorumlu tutardı. “Çocuğu ne var ki bu mesleğe
koydun, hep uzak bizden” diyen serzenişlerinde, aslında bir
sevincin yitmesinin sancısını taşırdı. Bunun için ki her
haline sinirlenir olmuştu babamın, sürekli öfkeliydi. Babam
da bunu bildiğinden sus olarak yaşamayı seçmişti. O da mı
üzgündü oğlunun yokluğundan, kendini mi suçluyordu
bilinmez, bu konuda konuşmaz, gazetesine sığınır, yollar yürürdü.
Ağabeyimse hayatından delice memnundu. Bulutların
içine daldığı anlar coğrafyayı seyretmek, yeryüzüne
tersten bakmak olmasa sanki yaşam onun için solacak,
olmayacaktı.
İkinci Dünya Savaşı sonlarıydı... Galiba
Amerikan yardımı tek ya da çift kişilik uçaklardı kullandıkları,
adlarını bilmiyorum. Eğitim- gösteri uçuşları yaparlardı,
savunma amaçlı değildi hiç biri... O günlerde zaten yeni
kendine gelen bir ülkeydik savunmuştuk hakkımızı, almıştık
belki de alacağımızı.
İlk uçak düştüğünde teknik arıza denmişti
ikinciyle üçüncü de… Onuncusu düştüğünde anlaşıldı,
bu uçakların her biri aslında arızalıydı. Ancak gökler
onlar, onlar gökyüzü için vardılar, dönem arkadaşlarının
yıl sonunda çekilmiş gurup fotoğrafından yüzlerini bir bir
çizmeye başlamıştı. Öyle doğaldı ki onun için bu,
annemin çırpınışlarına aldırmıyordu. Eline kırmızı
sabit kalemi alıp adını söylediği,
iki gün önce birlikte olduğumuz arkadaşının fotoğrafına
çarpı işareti koyarken yüzünde hüzün bile taşımıyordu.
Bir gün benimkine de konulacak bu işaret derken sanki amiral
battı oynuyordu. Annemin uçuşu bırakmasına ilişkin ısrarlarını
tatlı bir şakayla bölüyor, bizi gene bilmediğimiz yerlere götürüyordu.
İzine gelişlerinden birinde her zaman yaptığınca
çekinmesiz “Ben
evlenmek istiyorum bir kız bulun bana, ama çok güzel olsun”
deyiverdi. Yanlarında tereddütle konuştuğumuz annemle babam
alışmışlardı onun
göklerden kaptığını sandıkları doğallığına. Soluksuz
sıraladı bir kızda aradığı nitelikleri. Saçları dalgalı,
teni buğday, hatları eski Yunan tanrıçalarına benzeyen,
kilosu boyu, yürüyüşü, giyinişiyle bir görenin dönüp
defalarca baktığı. Ardından iyi anlayıp anlamadığımızı
çıkarsamak için, annemle bana tekrarlattı beklentisi olan özellikleri.
Zevkime güvendiğini beni kenara çekip
“En çok da sen dikkat et” demesinden anladım. Tabii
fiziğinin yanı sıra, kendine uyum sağlayacak kişisel özellikleri
de olmalıydı.
O günden sonra yolda -alışverişte her yerde gördüğümüz
tanımlanmış kızların ardından gider olduk annemle ben... Tüm
işlerimiz bu konuya programlanmıştı, kaçılması imkansız
bir görev üstlenmiş iki kişiydik. Peşine takılıyorduk,
aradığımızın o olduğunu sandığımız kızın. Ne var ki
kimi nişanlı kimi evli çıkıyordu ya da çoğunun sağdan
soldan biraz araştırınca mutlaka bir takıntıları vardı.
“Bak buna”... Gösterdiği fotoğrafta tartışmasız
herkesin güzel diyeceği bir kız objektife gülümsemiş. İlk
buydu tam istediği gibi olan. Nice uğraşlardan sonra sözlendiler,
mektuplaştılar, el ele dolaştılar düşün o günlerde...
Ortaya çıkana kadar kızın gizil bir seveni olduğu, duyunca
evleneceğini canıma kıyarım diye dört bir yana haber saldığı.
Hafta sonu iznine geldiğinde öğrendi ağabeyim bunu “Kalsın”
dedi. “İstemem içine başkasının mutsuzluğunun girdiği
bir ilişkiyi”. Sonra
iki, dört- yedi ne demeli her biri diğerinden çekici kızların...
Kısa birliktelikler, uygun olmayan zamanlarda sarf edilen sözler,
umulmadık söyleyişler. Anlaşıldı
ki göklere sevdalı adama güzellik hep pürüz. Tabii az da çapkın
bu çocuk..
Evdeki görüntü genelde aynı, yokluğunda sessiz
bir tiyatro sahnesi olan yaşam gelişiyle hareket kazanıyor.
Tek farklı şey, bu çocuk istediği gelini nasıl bulacak? O
dert etmese de aileye bir kez düşmüş tasası. Bir gün bakıyor
olacak gibi değil, sarf ettiği cümleler sarmış yaşamını
“ Vazgeçtim güzellikten
gönlüme uysun yeter, o kadar da önemli mi, sıkıntı yapmayın”
diyor.
Birkaç ay geçiyor
aradan, bir gün tecrübe pilotu olarak Ankara`ya getirdiği uçakla
tüm mahalleyi ayağa kaldıran uçuşunu yapıyor. Uçak semtin
üstünde alçalıp, yaşanılan sokağın damlarına değercesine
geçtiğinde çevre sakinlerinin yüreği ağzına geliyor,
annem hemen kararını veriyor “Bu oğlan iyice delirdi hemen
evlendirmeli”... Akşam eve geldiğinde “ Pikem nasıldı eğlendiniz
değil mi?” derken şimdi düşünüyorum da ne kadar uzakmış
düşüncelerimize.
Mahalleli söylendi biraz, gerçi yarı memnundular
tanıdıkları birinden dolayı heyecan dolu anlar yaşamaktan.
Fakat o zamanlar birilerinin söylenmesi büyük önem taşırdı.
Annem ilk kez sert çıktı oğluna “Bak bulduğumla
evleneceksin” diye. O ise istediği oyunu oynamış çocukların
doygunluğuyla, konu her ne ise olur demeye hazırdı. Bir kız
bulundu, öncekilerle kıyaslandığında güzel denemez, hiç
üstünde durmadı sanki ilk evlilik kararını açıkladığında
incelikle bir kız fotoğrafı çizen o değilmişcesine. Belki
vazgeçmişti de evlenmekten, zamanımızı şenlendiren bu
oyuna katılmaktı amacı ya da artık koşulsuz sevmeye hazırdı.
Ayrımsamadığımız biraz daha düşünceli olduğuydu,
dönem fotoğraflarını elinde biraz daha fazla tutuyor, kırmızı
kalemle üstüne çarpı işareti koyduğu şehit arkadaşlarının
yüzüne biraz daha uzun bakıyordu...
Çok hafif bir sesle “Sen de gittin” diyordu… Uçuşlardan
vazgeçmesi üzerine konuşan annemin sesi onu gerçeğine döndürüyor
eski haline kavuşuyordu. “Öyle güzel ki bilmediğiniz yukarılar,
buralarda yaşamanın anlamı
yok” diyerek salonu, odaları melodilerle dolduruyordu.
Fotoğrafla kalem ortadan kaybolduğunda inanamıyorduk az önceki
adam o mu?
Karşılıklı durmuş subayların çattıkları kılıçlar
altından geçen gelinle damatlardı, masallarda sözü edilen türden
güzel anlamlı törende. Gelini sımsıkı tutarken belinden,
“ Söz”
diyordu anneme ,
“Oğlun değmeyecek mahallenin çatılarına”... Biliyordu
besbelli göklere sevdasını annemin evliliğe bağladığını.
Öyle rahattı, yeni karısının gözlerine hiçbir erkekte görmedim
bu yaşıma kadar sevgisiyle sıcaklığıyla bakıyordu.
Babamsa bir kenarda gene sessizliğinin ardında her zamankinden
farklı bir neşe taşıyordu. Eşini de götürdü oturduğu
kente...
Yaklaşık dört ay sonra Salıydı günlerden.
Anafartalar`dan alışverişten dönmüştük annemle... 29 Ekim
`in birkaç gün öncesi, kapıda duyduk acı acı bir telefon
sesi, anladık… Telefonun nasıl acı çalabildiği anlatılamaz
belki, ancak anahtarı kilide sokarken biz gördük...
Evde erkek olup olmadığı soruluyor tok sesli bir
adam tarafından bakılıyor ki yok, uzun bir sessizliğin ardından
“Oğlunuz şehit düştü”...
İnanılmayan bu sözcükler
bir taksiyle Eskişehir`e taşıyor
tam beş kişiyi. O günlerde oldukça lüks
taksiyle bir şehirden diğerine gitmek, her biri yaşamın
ayrı yerinde kopmuş insanlar içinse amaç hedefe en kısa
yoldan erişmek.
Ablamın eşine gösterdiler sadece cesedini; Elinde
düştüğü an duran kol saatiyle geri döndüğünde “Sadece
alnının solunda bir çizik var” dediyse de hiç inanmadık.
Bildik ki üzülmememiz içindi sözcükleri.
Kısacık bir askeri tören- başsağlığı dileyen
tedirgin yetkililer, acımızdan
o an göremediğimiz deyişler dillerinde “İki üç dakikalık
gecikme, belki gergindi”...
Oysa tam yolun kenarındaki mezara konulurken biz de
onlar da biliyorduk ki otuzundan yirmi yedisi düşmüş uçakların
tek tecrübe pilotu ona yakıştırılacak en açıklamasız son
bu...
Annem konuşacak oldu “Siz.....” diye
başlayarak, babam “Sus” diye duyulmazca dokundu koluna.
Çünkü o da askeri düzenden gelmişti, biliyordu nerelerde
nelere, nasıl adlar verilmesi gerektiğini. Eşi kapandı mezarına
“Yanına gelmek istiyorum” diye çırpındı toprakta, ayırmamız
güç oldu, anımsamıyorum belki bir yüzbaşı onu tutup
kollarından hızla dışına sürükledi mezarlığın.
Trenle dönerken başlamıştı babamın yıllar sürecek
eskisinden beter suskunluğu. Hiç bilmeyecektik ılık tebessümü
altında kendini nice suçladığını. Onu o okula götürmeseydim,
yitimine zemin hazırlayan benim diye mi düşünmüştü? Ölene
değin bu konuda hiç konuşmadı.
Annemse tüketemedi öfkesini babama son nefesine kadar
“Oğlumdan beni sen ayırdın” diyerek.
Eşini bir süre sonra
evlendirmekte buldu ailesi çareyi, kız elden gitmek üzereydi,
durmaksızın içine girmek istediği mezarı sayıklıyordu.
Hepimiz ölmüştük sanki, uzun kirpikleri, serin iklimleri taşıyan
soluğuyla monoton yaşantımızı efsaneye çeviren eve girişleri
olmayacaktı artık kapıdan.... Aradan kırk küsur yıl geçti
bak hala dayanamıyorum resmi kutlamalara...
O yaşamdı, sadece yaşamak için yaratılmıştı
yirmi altısındaydı öldüğünde... Bize sessizce başsağlığı
dileyen arkadaşları da düştüler geriye kalan uçaklarla ardı
ardına... Çarpı koyamadık hiç birinin resmine kırmızı
sabit kalemle… Tükendiğinde düşecek uçak, tek pilot kaldı
geriye o dönemden bu günlere ulaşan, fotoğraflarda şehit düşen
arkadaşlarınca genç bir yüzü taşımayan...
Tedbirli olunmasına karar verildi belki, bundan böyle
bulutlar arasına salınan çelik kuşun insanlarla barışıklığı
için. Ancak annem, ben, babam, ablam, yeni eşinin yanında da
hep onu bekleyen gelin silemedik yokluğunun yaşamımızda bıraktığı
eksikliği.
Yok hayır kimseyi suçlamadık... İki yıl boyunca
radyo açmadık, gülmedik, bahçedeki ağaçlarla ilgilenmedik,
on biri iki geçe durmuş kol saatini elimize alıp zile basacağı
anı bekledik. Gelmedikçe ablamın eşini sıkıştırdık,
emin miydi gördüğünün o olduğundan? Yanmıştı da tanıyamamıştı
yalan söylüyordu besbelli. O da hiç konuşmadı. Yıllar
sonra günün birinde annem radyoya yöneldi “Oğlum
yaşıyor olsaydı bizi bunca merakta bırakmaz gelirdi” diye
düğmesine bastı. Gözlerinden yaşlar akıyordu, o an sözcükler
yerine oturmuş görünse de ömrü boyunca gene de gelmesini
bekledi sırf gülmek için. Gülemedi...
Ölümünün on dördüncü yılıydı sanırım, tam
şu köşede rastladım eşine, çocuğu olmamış beni görünce
ıslandı gözledi “Yüzü hep sağımda solumda ardımda, yüreğimse
ona kavuşacak anda” dedi, konuşmadık çok. Dokundu da içime,
gençliğimde yaptığım pembe saten kutunun içindeki şehit
olduğu an duran kol saatini verdiği adrese götürdüm, nazik
ve usulca itti eliyle yüreğini gösterip “O benim buramda
durdu” diyerek....
“İşte ben de düşüyorum, kanadından vurulmuş
bir kuş gibi süzüle süzüle… Aniden insem insanların
ortasına belki yaşayacağım, ne var ki kaç kişi yitecek
kurtuluşumda... Biraz daha dayanmalıyız gökyüzünün akımına
uçakla ben, şehir, stadyum, insanlar ardımızda kaldığında
bırakabiliriz kendimizi göklerden aşağılara… Alevler içindeki
tek kişilik uçağın pilotuyum, otuzundan yirmi altısı düşmüş.
Benden sonra üç uçak kalacak geriye, dört de pilot...
Bir kişi ulaşacak demek ki bizim dönemden geleceğe,
acaba kim? İyi geçtik
kenti uçakla ben... Yer ne kadar da yakın, yakın…! “
Bahar Turunç
|