HAVACILARIN ANILARI |
|
1993
Şubat ayının son günleriydi. Almanya’nın Danimarka sınırına
yakın Leck Kasabası, 52nci Keşif Üssü. RF-4E Phantom uçaklarının
farklı sistemlerinin kursu bitmiş, sabah erken saatlerde dönüş hazırlıklarına
başlamıştık. Yerde 10-15cm civarında kar vardı, kar küreme araçları
hummalı bir çalışma ile pist ve taxi yollarını açarlarken,
ekibimizi Türkiye’ye götürecek C-160 uçağı da bir yandan
temizleniyor bir yandan yükleniyordu. Kurs gören ve orada bulunan bütün
heyete, elimizden geldiğince her konuda refakat etmiştik. 4 kişilik
Almanca mütercim ekibinin bir üyesiydim. Orada geçen bir aylık zaman
süresince edindiğimiz dostlardan ve anılardan vedalaşarak uçağa
bindik. Her şey çok güzeldi, el üstünde tutuluyorduk, demek ki
faydalı bir şeyler yapabilmişiz. İnsanlar karşılıksız yaptıkları
iyiliğin semeresini muhakkak alırlar. Kibir ve tabiri caiz ise tepeden bakmanın hiç kimseye faydası yok. Dedim ya; el üstünde tutuluyorduk ve pilotlarımız da güzel bir jest yaparak! beni ve mütercim iki arkadaşımı cockpit’de misafir edeceklerini söylediler, çok sevindik. Önde pilotlar, ortada makinist, yanımızda seyrüsefer subayı ve üç kişinin rahatlıkla sığdığı bizim oturduğumuz geniş oturak. Herkes yerleşti, emniyet kemerlerini bağladı, deyim yerindeyse herkes yerini sağlama aldı. Ancak bizim oturduğumuz koltuk, geniş olmasına rağmen iki kişilikti ve birimiz kemer takamayacaktı. Neyse kemer takamayan kişi ben oldum, ve o kadar da önemli değildi. Ne olacak? Kalkış yapacağız, düz uçuş, peşinden de yumuşacık iniş. İşlem tamam... Eee... şimdi ben jet uçaklarında, uçak makinistiyim, yani askeri personel. Hiç yoksa o zamana kadar 20-30 sefer yapmışızdır (arkada). İki mütercim arkadaş da sivil memur, arkadaşlardan biri bayan ve askeri uçak deneyimleri yok. Siz olsanız ne yaparsınız? Yok ben almayayım, haydi eyvallah ben arkaya geçiyorum- DEMEM arkadaş! Biz de aynı oturağa ilişiverdik. Hava hafif puslu, bulutlar aşağıya sarkmış, yağış yok. Yani benim gözüm! de idare eder (tam makinist havası !?). Motorlar, taxi, take-off derken bulut içinde tırmanmaya başladık. Hay Maşallah ! Koca demir yığını ! Nasıl da tırmanıyor... Biz üç kafadar keyfimiz yerinde, pilotlar uçağı idare ediyormuş, makinist konsoldaki switch’lerle uğraşıyormuş, S/S subayı haritalarla boğuşuyormuş hiç umurumuzda bile değil. Ön siperliklerden geniş açıyla dışarıyı seyrediyoruz ama Allah var bir şey de gördüğümüz yok. Bulut içindeyiz! Bakalım ne göreceğiz? Birden bulutların üzerine çıktık -AMAN YARABBİM- O NE... O NE ŞAHANE GÜZELLİK! Altımız bulut, üstümüz bulut ve bizler tam arada, koridorun ortasında düz uçuyoruz. Yeni yükselen güneş açık sarı / kırmızı rengi ile bulutları boyamış, şahane görsel bir tabiat şov. Sakın ne varmış bunda demeyin. Biz havacı ama yer ekibi olarak bunları ömrü hayatında bir kere, ya görürüz... ya göremeyiz... Neyse biz uçuşumuza devam edelim; Bütün ekip daha önce en az üç-beş gün beraber gezdiğimizden çay-kahve derken muhabbete başlad! ık. Non-Stop Türkiye’ye uçacağımızı düşünüyordum, meğer Bitburg Üssü’ne inip yük alınacakmış. Yarım saat- kırk beş dakika, e-güzel... Amerikan üssünü de şöyle bir tepeden görür gideriz. Tabi bu arada o şahane manzara falan da kalmadı, telsiz konuşmaları yoğunlaştı, iniş için yavaş- yavaş hesap kitap işine girildi. İnsek mi... inmesek mi... derken bir fırsatını bulup; “Hayırdır, ne oluyor” dedim. “Bitburg’ da hava 8/8 kapalı, yoğun sis var ve kar yağışı bekleniyormuş” cevabını aldık. Artık ekibi görevinden alıkoymamak için sesimizi çıkartmadan onları dinliyor ve takip ediyorduk. Anlayabildiğim kadarıyla alınacak malzeme önemli ve muhakkak alınması gerekiyormuş. İniş mutlak yapılacak! Bu arada yükleme makinisti de arkadan geldi. cockpit ile cargo bölümünü bağlayan merdivenlerde, o da bizim gibi dışarıyı seyrediyordu. Alçalmaya başladık, önümüz yine bembeyaz. Görüş yok. Alet alçalması, ekip borda paneline yumulmuş bir taraftan da dışarıya bakıyor ama nafile. Ben şahsen! uçağın alçaldığını sadece hissediyordum, eh işte... altimetre, varyometre tabi ki değer gösteriyor ama bana göre hava hoş ve her şey normal, halen dışarıya bakıyor ve hiç değilse 300- 400 feet kala pisti görebileceğimi düşünüyordum. Aldanmışım... Meğer çok yanılmışım... Hepimiz dehşetle burnumuzun dibinde toprağı gördük (toprağın kokusunu duydum desem yeridir). Pist solumuzda kalmıştı ve aslında bütün sorun pist kenarlarındaki toprağın, tümsek şeklinde inşa edilmiş olmasıydı. Yani pistte bulunan bir uçak, emergency pistteki uçağı- tümsek sebebiyle göremiyordu. Hadi gel de adrenalin pompalanmasın... Pilot soğukkanlılığını yitirmedi, evet bütün kasları gerildi- bunu gördüm... ama soğukkanlılığını yitirmedi. Çok yumuşak irtifa kumandası ve tatlı gaz açması ile uçağın burnunu topladı. Deyim yerindeyse “nabza göre şerbet verdi.” Öyle pas geçmeyi falan da hiç mi hiç düşünmedi. Tatlı bir sola yatış ile daha derinde olan pisti karşıladı ve tekerlek koydu. Hepsi bu değil; Hani şu kemer... EMNİYET kemeri meselesi vardı ya: Uçağın bu bütün yaptığı manevralarda epeyce bir pist mesafesi kaybettik. Teker koyduğunda pist sonuna ne kadar vardı bilmiyorum ama, sürat frenleri, teker freni, ters hatve... Allah ne verdiyse... Varın sizler benim halimi lütfen gözünüzde bir canlandırın. Sol elim pilotun koltuğuna, sağ elim ortadaki makinistin kolçağına yapışmış, gövdem ön borda paneline muazzam bir güçle savruluyordu ki sol ayak bileğimden bir el beni yakaladı. Ve... tayyare... durdu. Hepinize saygılar, sevgiler sunarım.
Haaaa!
Birde iki gün kar tatili yaptık... Bowling, bilardo falan işte...
|
ANI YAZMAK İÇİN GERİYE DÖNÜŞ |